12/05/2006

"Memur Bey, inanın bir şey çalmadım" Savunma1

" Memur bey... Bir saniye izin verir misiniz? Size bir şey çalmadım diyorum.. Ben sadece dinleyiciyim.. Evet evet dinleyiciyim. Çalmasını beceremem ki zaten sadece dinlerim.. Onu da ne kadar iyi yapabildiğim şüpheli. Yani eskiden olsa sıkı dinleyiciyim diyebilirdim ama şimdi.. Her gün yeni bir grup çıkıyor ve bunları takip edecek ne enerjim ne de zamanım var. Düşünsenize Paul Simon'ın Graceland'ine bile 15 sene gecikmeli sahip oldum. Tekrar düşündüm de Paul Simon benzetmesi iyi olmadı. Hiç almasam daha "cool" bile durabilirdi kimilerinin gözünde. Ama olsun ben köklerine bağlı bir adamım. Simon and Garfunkel'ın bana ninni söylediği zamanları hayal meyal de olsa hatırlıyorum, ama net hatırladığım şey Bülent Ersoy ya da İbrahim Tatlıses'in bana hiçbir zaman ninni söylemediği idi. Yani giremezdi evimizden öyle yaratıklar. Yok yok Kahrolası Kürtler ve İbneler demek istemiyorum burada. Yani öyle bir sorunum yok sadece estetik kaygılarla etmiştim o sözü siz takılmayın. Neyse giremezdi işte Arabesk evden içeri. Yani Sezen Aksu gibi istisnalar çıkıyordu arada. Ama esas istisna araba değiştirdikçe yeni arabanın içinden çıkan fantastik kasetlerdi. Nasıl mı? Araba alınır. Arabanın teybi vardır ve torpido gözünde bir sürü kaset. Aynısını babam da yapardı. 90'lar Pop müzik tarihini değiştirdiğimiz arabalar üzerinden sayabilirim. 1988-1990-yeşil şahin-Zerrin Özer-Olay Olay, 90-92-bordo-serçe-Yonca Evcimik-Abone , 92-93-gri-doğan-Levent Yüksel-Med Cezir , 93-95-beyaz-Renault Broadway-Nilüfer-Ne Masal ne rüya vb... Neyse dediğim gibi neredeyse 27 senedir dinleyiciyim, hiçbir şey çalmadım memur bey. Yani çalmadım değil aslında bir dönem çalmak da istedim ama çalamadım. Becerikli değildim. Kabiliyet denen şey bende bu konuda yoktu. Tamam aslında gitar çalmayı da o kadar istiyor muydum emin değilim. Yani Kurt Cobain'i gördükten sonra gitar seksapeli de bitti sanırım. Oduncu gömleği üzerine hırka giymiş adamların elektro gitar çalıp rock yıldızları olduğu bir dönemdi çocuklar bahsettiğim. Ve biz askı takan dedelerimizi değil, bollaşmış yün kazaklar giyip etrafa somurtan, hayat berbat mesajları veren uzun saçlı, pis görünümlü adamları dinliyorduk. Ne yapalım bizim zamanımızda ne The Beatles ne de The Smiths ne de The Clash vardı. Hiçbiri "The"lı gruplar değildi grunge ortamının. The Pearl Jam mi? Kuyumcu mu o? Nereden bakarsanız bakın bir boşluktu doksanlar ve 90'ları dinleyici olarak geçirdim. Çalmadım.”

Heavy Metal ve Grunge yüzden isyankar bir gençlik geçirmedim diyebilirim. Yani daha kendi hayal gücüme ve olmayan acılarıma bağlı bir çocukluk yaşadım. Smiths'e kadar.. Neyse bunu savunmamın 2. bölümünde dillendireceğim şimdi sıra işin politik tarafında. Kimse okumasa da böyle kendi kendine söylenmek güzel. Kendi kendine ile "kendi kedine" arasında da hoş bir bağ varmış. Ama bir kedim bile yok...


Tamam Galatasaray maçlarına gitmeyi tercih ederken kendimi 1 mayıs alanlarında bulduğum çok oldu. Belki o zaman farkında değildim bunun nasıl desem kendimi daha yüce bir iş yaparken hayal ediyordum belki de. Kahraman işçi sınıfını iktidara taşıyan kara trenin altındaki demir raydım ben. Kabul edin, kahraman işçi sınıfı için yapılan bu tip benzetmeleri eskiden ciddiye alıyorduk. Ama bütün istediğim benden büyük bir topluluğun üyesi olmaktı. Hiçbir zaman fonksiyonel olmadığımı itiraf ediyorum zaten ateşli olmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. O da zaman içinde sönüyor işte. Bu da anlaşılır. Ama üniversite yılları boyunca gizliden gizliye sosyalleşmek için gittiğim 1 Mayıs ve 6 Kasım gösterileri kişisel tarihimin önemli anlarıydı. Bunun müzikle ne alakası var derseniz? Şunu söyliyeceğim ki o dönemde Grup Yorum dinledim. Aslında dinlemek için istekli değildim ama maruz kaldım diyelim bir de racon faktörü elbette. o zamanlar takıldığım öğrenci evinde mönü buydu. Yersen. Yemedim ben de, yer gibi gözüktüm. Çiğneyip ağzımda geveledim sonra “yoldaşlar” fark etmeden tükürdüm. ince ince evin içine de İngiliz karamsarlığı soktum ve öğrenci evi gerçek anlamda dert evine döndü. İnsanları üzdüğüm için mutsuzum ama Grup Yorum'u, Ahmet Telli şiir kasetlerini, Tolga Çandar’ın Ege Türküleri’ni ve nadir de olsa çalan Bulutsuzluk Özlemi'ni bir daha duymadığım için de hayattayım. Yani görüyorsunuz tüm bu üzüntüyü hayatta kalmak için o eve taşımıştım. Ayrıca belirtmeye gerek yok tabi The Rolling Stones'un Sticky Fingers albümünü de avlanmak için.

Bakın memur bey hala inanmıyorsanız size BNRP'den bahsediyim. Bu bir banka ya da holding ismi değil. Bir nevi radyo programı'nın kısaltmasıydı. Lise ve üniversite yıllarım içinde tuhaf içeriği ile orta sahada oyun kurucuydu. Kadın erkek ilişkilerinden müziğe, yemek alışkanlıklarından edebiyata kadar uzun bir süre hayatıma hükmetti. Derken sonra William Wallace kadar olmasa da kendimce "özgürlük" diye kükredim de inceden kendime gelmeye başladım. gerçi hala daha üzerimdeki etkisi tam olarak geçmiş sayılmaz. Ama düşününce Tom Waits'i Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk'a borçluyum. Memur Bey bu iki isim de kayıtlara girebilir mi?

Sonuç olarak Memur Bey.. Ben bu müzik işini çok seviyorum. Saatlerimi müzik dinleyerek harcayabilirim. Kabul çok anlamlı bir iş değil bu uğraştığım ama tekrar ediyorum ben birşey çalmıyorum...

11/07/2006

Fenni Lise

Ortaokul yıllarındayken şimdi zeka dediğimiz kahverengi pantalonu en iyi taşıyanların Fen (gördüğünüz üzere saygıdan F'si büyük) lisesi öğrencileri olduğuna dair geniş kanoya ben de biniyordum. Hatta bir Fen lisesi öğrencisi olmak için 90'ların başında ben de sınava girmiştim. Ama sınava sadece girmenin yeterli olmadığını silindir denilen sözde 3 boyutlu cismin hacim formülünü bilmediğimi anlayınca fark ettim. Ama kafalı Fen lisesi öğrencisi olmaya en çok yaklaştığım o 3 saatin sonunda (açıkçası 2 saat falan da olabilir emin değilim) Ataköy 4. kısım çarşısındaki şimdilerde kapalı pastaneden alınma tarçınlı kurabiyelerin tadını asla unutamadım. Pelit pastanesi zaman içinde damağıma ilgili lezzeti bir nebze olsun hatırlatabilmiş olsa da bu konuda Ataköy 4. kısım çarşı grubunun yeri bambaşkadır. Sizin de anlamış olduğunuz üzere sınav sonunda Atatürk Fen Lisesi'ni kazanamamıştım ki daha sonra bu görece başarısızlıktan zerre rahatsızlık duymadım ama tarçınlı kurabiyelerden daha fazla yememiş olmanın verdiği rahatsızlık şu anda dahi beni rahatsız etmekte.

Sınıfımızın pekçok müslüman genci o sınavı geçip fen lisesinde okudu. Hatta bunlardan birisi kör Salih'ti. İsim ve lakap itibariyle kendisi bir Yaşar Kemal karakterini andırsa da kesinlikle bu bir isim benzerliğinden öte değildir. Hatta körlüğü lakap değil sağ ya da sol gözünü ,şimdi hangisi olduğunu hatırlamıyorum bile o yüzden tek gözü diyelim dürüst olsun, bir çocuk oyununda kaybetmesinden kaynaklanıyordu. Hatırladığım kadarı ile kibritle oynarken alev kibritin sınırlarını aşmış, bir şekilde ("görünmez kaza" tabiri son derece uygun olacak) Salih'in gözüne kadar ulaşmış ve ilgili gözünü kör etmişti. Salih komik bir çocuktu. Kendine has bir espri anlayışı ve annesinin yanına koyduğu tuhaf kokulu yiyecekleri vardı. Sadece koku değil görünüm itibariyle de bana hiç cazip gelmeyen şeyler yiyordu. Sanırım annesi çocuğun tek gözü görmüyor diye ne yediğini fark etmediğini sanıyordu ve muhtemelen de haklıydı. Neyse Salih Fen lisesini kazanıp lisede bizden ayrıldı benim de Salih'le ilgili anılarım orta son itibariyle son buldu. Orta son zaten pek çok şeyi sonlandırmak için çok uygun bir zaman. Biz bu süreci "hormonal" olarak sıfatlandırıyoruz ve oldukça haklıyız. Salih ki kendisinin soyadını yazının başından beri hatırlamama rağmen bir türlü çıkartamadım üniversite'de tıp fakültesini kazanmış. Daha sonra cerrah çıkmış. Tek gözlü bir cerrah. Sanırım hastaları "Vietnam sendormu" yaşıyordur. Bu bilgilerin kaynağını da vermek isterdim ama inanın hatırlamıyorum. Sokakta denk geldiğiniz "peki abi kimleri görüyorsun liseden? Eee x napıyormuş?" sorularına cevap veren adamlardan olabilir. Sözün kısası Fen Liseleri öyle shaolin tapınakları ki körlerden bile cerrah çıkartıyorlar diye düşünebilirsiniz. İnanın buna verecek bir cevabım yok sizi Salih'e havale ediyorum.

İlkokuldan beri düzenli olarak matematik yazılılarına girdim. İlkokul'da vardı. Ortaokul'da vardı. Lise'de vardı. Üniversite'de vardı. Yüksek Lisans yaparken de vardı. Hatta bilin bakalım Doktora sırasında neden yazılı oldum? Evet bildiniz pek çok diğer bok püsür gibi matematikten de. Bazen adı calculus bezen finansal matematik bazen de optimizasyon teknikleri oldu. Ama bütün bu flörtlerimizde onlara kısaca mat. dedim. Sanırım first cut is the deepest... Neyse bu matematik sınavlarını yapan hocalarında büyük çoğunluğunda hep bir Fen Lisesi takıntısı vardı. Nedense bu okullarda okuyan "zeki" çocuklar dakota çekirdeği çıtlar gibi matematik soruları çözerdi ve en aptalları Gauss kadar zekiydi. Çok sonraları anladım ki Gauss Fen Lisesi mezunu değilmiş.

Lise'de Fen liselilere rakip olmamak için türkçe-matematik bölümünü seçtim. Ne de olsa sosyalci olmak için fazla matematikçi, fen matematikçi olmak içinse fazla sosyalciydim anlayacağınız ortanın solunda bir lise talebesiydim. Talihin şu oyununa bakın ki üniversite'de Atatürk Fen Lisesi'nden fazla uzağa kaçamamıştım. Bizim Göztepe Kampüsü AFL'ye çok yakındı. Çok sonraları gidip gördüğüm bahçesinde dolaşan tiplerse benim imtinayla uzak durmaya çalıştığım ve annemim tabiriyle "fazla bakma evladım yoksa benzersin" dediği oğlancıklardı. Ha bu arada Fen lisesi'ne kızlar gidiyor mu? Sanırım gidip orada kendilerini harcamak için her anlamda fazla iyiler. Neyse teneffüste bahçesinde dolanan tiplerden biri olmadığım için o kadar mutluyum ki anlatamam.. Sanırım yüzeysel ve mutluyum :) kendimi tutamadım smiley koydum dağılabilirsiniz.

11/06/2006

Forbes Capitalist Tool vs Dedem Korkut

Bir süredir elimde Alain De Botton'un Status Anxiety adlı "aslında benim derdim kişisel gelişiminiz değil sadece olaylara biraz da bu açıdan bakmaya ne dersiniz üstelik ben burnu büyük bir entelektüel değilim ey insanlar!" kitabı var. Metin pek çok açıdan tatmin edici değil açıkçası ama şayet bu sayfayı okuyan birileri varsa kitapta görünce çok eğlendiğim bir reklamı sizlerle paylaşmak istiyorum. Aslında görselini tepeye koymayı çok isterdim ama bulamadım. Zaten görselliğinden çok yazılı mesajıyla vurucu. Bir duvarın köşesinde suratı bize dönük kel, kısa boylu ve papyonlu bir adam (sanırım davet gibi bir yerdeler) gülümseyerek sol elini sırtı bize dönük, suratını göremediğimiz ama genç olduğunu her halinde anladığımız siyah takım elbiseli, uzun boylu ve kısa boylu yaşlı kel papyonlu adama göre yakışıklı bir delikanlı'nın omzuna koyuyor. Genç ve başarılı karakter elinde bir şampanya kadehi tutuyor. Gördüklerimiz bu kadar. Şimdi okuyoruz.

Eddy was determined to escape the mailroom
Ed volunteered for anything he could volunteer for
Edward caught his boss's eye with a shrewd business proposal
Mr. Edward Parks' marketing genius catapulted sales skyward
President E.Parks tells people "Please call me Eddy"

sonra vurucu mesaj NEVER SETTLE

Kıssadan hisse senedi saati. Evet buradan ne anlıyoruz? Forbes Capitalist Tool dergisi bize soyadımızı kazanmamız için kariyerimizde başarılı olmamızı, patronumuzu yalamamızı ve olabiliyorsak da devlet başkanı olmamımızı salık veriyor. Ancak bu şekilde soyadımızla anılacağımızı başka türlü ismimizin sadece ilk ya da şanslıysak iki hecesinin söyleneceğini ve bu şekilde çağrılacığımızı söylüyor. Peki ya Dedem Korkut?

Dedem Korkut ki kendisi bundan sonra Korkut olarak korkutacaktır bizleri ilkokul sıralarından bildiğimiz üzere dili döndüğünce bizlere kahramanlık yapmamızı söyleyip durmuştur. Kahramanlıktan anladığı da kah ayı boğmak, kah tek elle yaban domuzlarıyla güreşmek ve elbette bu tuhaf spor müsabakasından galip çıkmak, kahkahsa tankla girmeye korkacağınız ormanlara donla girip canavar avlamaktır. Kahramanlığı tanımı basit ama şartlar göz önüne alındığında etkilidir. Korkut'a göre ancak ve ancak yapacağımız bu gibi delice kahramanlıklarla "adam" olabiliriz. Adımızı bu tip saçma davranışlarla hak edebiliriz. Bunu kendisinin yaşına hatta bunaklığına verebilir bu şekilde Korkut Efendi'yi mazur görebiliriz. Ne de olsa Korkut dedemiz yaşında bir adamdır.

Bütün bunların yanında bir de David Bowie var. Yıllar önce bir dost sohbetinde (sanırım bir paragraf boyunca Dede Korkut'tan bahsetmek bile "dost sohbeti" sözcüğünü kullanmama yetti şimdiden uygar dünyadan özür dilerim) buyurduğumuz üzere Alman'ı makbul olan. Kahramanlık konusunda kendisi şöyle buyuruyor. Ben bu yorumu kendime daha yakın buluyorum:

We can beat them
Just for one day
We can be heroes
Just for one day



Saygılarımla

11/05/2006

"bütün duygusal deneyimimi kelimelere dökemeden öleceğim için hüzün duymaktan hoşlanmak" diye bir kavram olduğunu söylediğimde genellikle "ne diyosun abicim sen" ile "evet çok enteresan, donny darko'yu izlemiş miydin?" arası tepkiler aldığım için, genellikle etrafımdakileri yeterince sarhoş etmeden böyle şeyler konuşmuyorum. insanlar söylediklerimi sevmeye başlayana kadar onları içiriyorum. ayık okuyuclardan peşinen özür diliyorum.

bir blog yazarı olarak muhakkak sevgili dünyaya iletmem gereken bir şey varsa bu da sanırım yeni bir kedi aldığım olmalı. neticede blog dediğimiz şey insanların ev hayvanlarının kaka yapmasını dahi dünyaya neredeyse gerçek zamanlı olarak duyurması için icat edilmiş bir teknoloji.

yeterince saçma ve kişisel şeyler yazmazsam blogger bizi kapatır diye bunları yazmak zorundayım.
ama fena da olmuyormuş.

11/03/2006

Kuzey Kalesi'nin Çekmeli Topları


Hiçbir zaman güzel bir lego setim olmadı. Yani aslında yeterince ağlasam olurdu herhalde ama ben gözyaşlarımı başka oyuncaklar için saklamıştım. Mesela Pilsan'ın mini mekanik serileri. Özellikle de KUZEY KALESİ. Polis seti, uzay seti hatta jandarma seti bile vardı ama kuzey kalesi o kadar pahalıydı ki asla olmadı. O zaman annem alıyor beni 81E ile Eminönü'ne götürüyor. Mısır çarsı'na falan gidiyoruz. Sonra Mercan. En sevdiğim yer. Süper oyuncaklar var. Sadece kutularına bakmak bile yeterli benim için. Zaten kutulardaki resimler her zaman içindekiler çok daha kral oluyordu. Neyse önemli değil o zaman pazarlama bizim için hiçbir şey ifade etmiyor. 8 yaşında bir apartman çocuğuyum. Hiç arkadaşım yok. Yok yok var Tolga var. Tolga çok geç saate kadar kalmıyor bizde onun da evi var oraya dönüyor yemek saatinde. Ne de olsa benim mini mekaniklerim var, mini mekanik kutularım var sorun değil yani. Kutularından ne oyunlar kuruyorum kafamda bazen saatlerce karşısında durup "ay başında babam maaş alınca şunu da alırız, sonra gelecek ay kuzey kalesini alır belki" sabırlı çocuğum hep ay başını bekliyorum ama benim takvimimde bir ay 30 gün çekmiyor, 27 yaşımdayım hala daha o ay başı gelmedi. Günün birinde baba olursam kendi çocuğuma alırım kuzey kalesini ama şimdi yutar parçalarını, 27 yaşına gelene kadar ben oynarım o da sırası gelince oynar artık, ama insaflıyım kutusuna bakabilir ben oynarken...
Kuzey kalesi'nin en süper şeyi arkadan çekmeli toplarıydı. İçine kağıt kodunuz mu acaip uçardı. Süperden ne anlıyorsanız hepsi o kırmızı çekme-bırakma-uçurtma pimli gri toplardaydı. Zaten Fatih'de İstanbul'u toplarla fethetmemiş miydi? Devir kapatmış devir açmış bir ceddinin ahvaliyiz ağalar.. Vakitsiz... Bu arada orjinal Playmobil western serisi resimlerinden birini de yukarı koydum. Bir tek doğru düzgün kuzey kalesi fotosu yok ortalıkta. Neyleyim kuzey kalesi olmayan interneti...

Neyse Mini mekanikler'den sonra kişisel tarihimin en şahane oyuncakları elbette star wars figürleriydi. Sağolsun Oyuncakçı bülbül bir sürü orjinal figür getirirdi. Türkler'de çeşit yoktu abicim. Darth Vader, storm troopers (klasik beyaz, kafası çekiç balığı gibi olan siyahlar ve pelerinli olan kırmızılar -bunlar en güzeliydi),r2d2 ve 3cp0 haaa bir de chewbacca.. Kaç etti 1+3+1+1+1=7. 7 figürle çocukluk mu geçer? Doyumsuz bir apartman çocuğum ben ne de olsa.. orjinallerin plastikleri daha güzeldi. sert böyle.. ısırınca da bozulmuyordu. Ama elleri yamuluyordu. Türklerin plastikleri daha yumuşaktı ama tadı hala damağımdadır. Çok kemirdim veletken. Neden diye sormayın? Siz hiç mi arı maya silgi yemediniz? Yediniz di mi? Hala daha kırmızı kurşun kalem'le normal kurşun jalem tadının farkını damağınızda hissediyorsunuz. Biz böyleyiz abicim. Değişik ne bulsak tadına bakardık. Sadece Doğru Ahmet'in elması ile hayat mı geçer? Dedim ya ben doyumsuz bir apartman çocuğum. Bu Starwars'un uzay gemileri, aletleri falan da vardı. En sevdiğim şey millenium falcon'un kutusuna bakmaktı. Şahaneydi yav öyle demeyin.. Bülbül'e gelmişti ama kuzey kalesinden pahalıydı o. Ben de boktan arabalardan vardı storm trooper'lar için olandan. Hani beyaz, iki koca tekerlekli. Tamam star wars freak değilim o kadar ismini bilmiyorum ama onun da üstündeki siyah makineli tüfeğin tadını biliyorum. Gurmeyim oğlum ben ya da pisboğaz. Ama hiçbir parçayı yutmadım. Neden yutayım sonra tekrar çiğneyemem ki. Çiğnemek ve oynamak zevkli. Utku vardı annemin arkadaşının oğlu. İyi çocuktu o Ataköy'de oturuyorlardı. Minibüsle 10 dakika. Çok görüşmezdik ama görüştüğümüzde süper oynardık. Onda ben de olmayan figürler vardı. Değiştokuş etmek isterdim hep. Valla geri verirdim ama hem sonra ne zaman görüşecektik ki? Teminat olarak da bendekilerden bırakmak lazım. Ya sıkılırsam aldıklarımdan da kendiminkileri özlersem ne yani tekrar mı alıcam? Ay başına daha çok var...

Almanya'dan gelen akrabamız yoktu. Bizimkiler anca Bostancı'dan gelirdi. Zaten Bostancı'da güzel bir yer değil gittim gördüm. Yeşilyurt'ta Bülbül var oyuncakçı. Neyse... Ne diyordum. Almanya.. Sevemedim zaten Almanya'yı bir türlü. Ama futbol takımının forması güzel. Adidas sevmek için ilk sebep. Rummenige'yi severdim ben ama daha çok Baresi'yi. O çok kral adamdı. Defansta oynardım zaten ben Lapseki'de. Kadife siyah eşofmanım vardı. Mirage ayakkabılarla pistburun vurmayı orada öğrendim. Abanmak yok ama teknik vurucan... Ha Almanya'dan gelen akraba diyordum da işte o yüzden uzaktan kumandalı arabam olmadı hiç. Yani zaten sevmezdim öyle araba falan. Benim oyuncaktan anladığım figürdür arkadaş. Ne lego ve araba ne de maket. Sünnet'te maket gelmişti. Colomb'un gemilerinden biri. Eşek kadar ama uhu sürmesini beceremem ki ben. Başka bir çocuğa sünnet hediyesi oldu sonra o. Kimdi hatırlamıyorum bile. Şimdi aklıma geldi vurulan asker figürü vardı. Hatırlar mısınız? Miğferi kafasından uçan hani. Şu Capri mi Capra mı ne var ya fotoğrafı meşhur İspanya İç Savaşı sanırım. Ona benziyor. Yeşiller Amerikalı griler naziydi. Ve naziler daha şıktı. Yankee'ler kolej montu gibi şeyler giyiyordu naziler çizme. Naziler şıktı ama çok aşağılık adamlarmış o zamanlar bilmiyorum ben üniformaları şahaneydi ama..

Bu oyuncaklar var ya esas bunlar için 80'ler gecesi falan düzenlenmeli. Salak Salak, kötü 80'ler şarkılarını dinleyip "aaabi vatka çok komik bişi" "Mori Kante" "Lambada filmini hatırlıyor musun?" demek yerine mini mekaniklerle oynamalı. 80'ler benim için onlar demek çünkü. Müzik, kıyafet falan değil. 70 başında doğanlar için Alphaville bir şey ifade ediyor benim için değil. Benim için Nirvana eş değer.

Bu arada masa futbolu da harikadır ama ayakların altındaki o siyah kauçuk dalgaya tutan çıkıntı çabuk kırılır. Kaleci en güzelidir ama durup dururken 180 derece yapabilen kaleci tanıyor musunuz? Haydi youtube'dan kollarını havada tutup, duruşunu değiştirmeden 180 derece oradan oraya yatabilen bir kaleci videosu gönderin Ronaldinyo'nun maymunklarını değil. Olmadı Rambo Yusuf'un Fenerli İsmail'e attığı tokatta olabilir. Osmanlı tokadıydı abi o.

ayrıca mini mekanikleri değil de (maalesef pilsan artık üretmiyor) Playmobil'leri almak isteyenler için buyrun link.. http://www.playmobil.com/index.html

10/25/2006

Jöntürkler, Ermeni Soykırımı ve Etiyopya Cazı


Hayır madde etkisi altında değilim. İttihat ve Terakki'nin Etiyopya cazına gerçekten olumlu bir etkisi olmuş. Şöyle ki;

Etiyopya kralı ve Jamaika tanrısı (Jah Rastafari dedikleri de bu adam) Kral 1. Haile Selasi merhametli bir adammış. Bu arada jamaikalıların ingilizce "Haile Selassie I" yazısını görüp adamın adının "Haile Sellasi AY" olduğunu düşünmeleri mi daha acayip, bu adamın kendisi inançlı bir ortodoks olmasına rağmen 3000km uzaktakı insanların onu tanrı ilan etmesi mi daha acayip karar veremedim. Bütün bunlar da Marcus Garvey'in bir lafını yanlış yorumlamalarından kaynaklanıyor. "Etiyopya'dan bir kral yükselecek" diyen Garvey esasında Selasi'yi pek sevmezmiş. Ama ot kafasıyla bir takım jamaikalılar bu lafı yanlış anlayıp Selasi'yi kafadan tanrı ilan etmişler. Selasi'nin bu iddiaları reddetmesini ise tanrı olmasının en büyük kanıtı kabul ediyorlar. Monty Python'ın Life of Brian filmini görmüşler mi bilemiyorum.

1966 yılında Selasi Jamakia'yı ziyaret ettiğinde, 200 bin Rastafarian havaalanına hücum etmiş, uçağının çevresini sarmış ve ot içmeye başlamış. Bunun üzerine Selasi can güvenliğinden endişe ettiği için 2 saat kadar uçaktan inmeyi reddetmiş. Daha sonra uçaktan inmeye ikna olan Selasi'nin temasları olumlu geçmiş.

Daha fazla Tristram Shandy'leşmeden konuya dönmeye çalışayım. Selasi hazretleri henüz bir prensken bilgi ve görgülerini artırmak için yaptığı Avrupa seyahatinde, Kudüs'ün Ermeni Patriğiyle görüşürken Türkiye kaçkını 40 ermeni yetimi çocuk görüp çok etkilenmiş. Bunları evlat edinip Etiyopya'ya götürmüş ve müzik eğitimi almalarını sağlamış. Daha sonra bu 40 çocuk bakır nefesli sazların önemli yer tuttuğu Etiyopya Milli Bandosuna dönüşmüş. Bu sayede bakır nefeslilerden oluşan başka bandolar da kurulmuş (yok efendim Polis Bandosu, Köy Hizmetleri Bandosu, Tapu Kadastro Bandosu vb.) ve Etiyopya cazı da bu temellerden doğmuş ve/veya beslenmiş.

Açık Radyo programı gibi yazdığım bu son paragraftan dolayı şu anda kendimi entel bir godoş gibi hissediyorum. Beslenmiş. Koyun mu besliyoruz. Velhasılkelam Enver ve Talat Paşa'nın Alman hayranlığının veya Teşkilat'ı Mahsusa'nın dolaylı olarak Mulatu Astatke'nin müziğini etkilemiş olması beni tedirgin ediyor. Ne yani burada kelebek kanat çırpsa orada big band kuruluyor filan. Jönetyopyalılar, Jahtürkler.

10/24/2006

Bayram Efendi iki ekmek bir süt


Cuma gününden (arefe ya da arife her neyse adı işte onunla) başladı Bayramlaşma seremonisi. Tanımadığım insanlardan şeker resimli bayram kutlama mailları geldi ardı ardına. Sonra ciddi kurumsal bir bayram tebriği, resmi puntolarla üzerinde şekere benzeyen şeyler olmadan, şirket logosu ile. Aslında ben antetli kağıtlar yerine anketli kağıtları tercih ediyorum daha eğlenceli ama yapmıyorlar bu durumda "nerede o bayramlar?" diye mi mızmızlık etmeliyim. Gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum, acaba bu insanlar tanımadıkları sözde "iş arkadaşları"na bu tip mesajlar gönderiyorlar ve gerçekten onlarında bu tebrikleri coşku ve minnetle karışık duygularla karşıladıklarını falan mı sanıyorlar? Yani bundan 30 sene sonra Ramazan bayramı tatil olmasının yanında ne ifade edecek ki? Artı laik bir ülkede dini bayram kutlanması kadar saçma ne olabilir? Orhan Pamuk'un Türkiye'ye hakaret ettiği için nobel kazandığının sanılması ve buna inanan insanların yaşadığı şiddetli hezeyanlar olabilir belki. Saçmalık konusunda sidik yarışına girildiğinde bilimum Dünyalı'dan daha uzağa daha kısa sürede işeyebileceğimiz konusunda bu satırları okuyan herkes hem fikirdir herhalde. Belki de olimpik sporlara sidik yarışını da dahil etmeliyiz. Bu arada bu toplumsal mesajlarla bir Levent Kırca bayram skeci mi oynuyorum? Uygar dünya adına Levent Kırca ve Uygur Biraderlerin sadece Bayramlarda bile kamera karşısına geçmelerinin yasaklanmasını talep ediyorum. Belki handycam'lerle birbirlerini çekebilirler o kadar despot olmamalıyız. Sonuçta uygur soyadını da taşısa insan insandır. Ne derler bilirsiniz: "Demokrasi beyaz bir gömlek gibidir, çabuk kir tutar". Nasıl? Çok fena diyorsanız 0533-738... yok şaane diyorsanız gibi cümleler kurarak daha patetik hale düşmeden yeni paragraf diyorum. Tebdili mekanda ferahlık vardır değil mi efendiler!!!

Şimdi babaannem bekliyor bayram tebriği için. İşte torunları çocukları falan gelsin, herkes bir arada "duygusal güç kalkanı açık kaptan". Onlarla aynı masada yemek yesin vs vs.. Babaannem yaşına geldiğimde bu bayram zamanları benim için ne ifade edecek diye düşünüyorum. Bir cevap bulamıyorum yani buluyorum aslında ama bulduğum cevap onun cevabı değil. Koca bir hiçlik. Yani dini inançlarımın zayıflığının hatta yokluğunun ötesinde bir durum bu. İnsan yaşlanınca yanında insanlar olsun istiyor sanırım ama bunu gençken de istiyorsun. Neyse... Şu anda "all tomorrow's parties" çalıyor fonda. Sanırım winamp'in şahane kelime oyunlarından birine daha tanıklık ediyorum. Bu tadı seviyorum...

Şimdi Ramazan Bayramı nam-ı diğer Şeker Bayramı ile açlığın bitişini kutlanıyor sanırım. Yani emin değilim 1 ay aç kalınca doymak için bayram yapmak gayet anlaşılır. Ama bu açlık bir kıtlıktan dolayı değil de kişisel tercihlerden dolayı olunca biraz saçma olmuyor mu? Gerçi bu saçmalığı alkolle kutsamaktan da başka bir metot bilmiyorum sanırım memleketin gençliği de bayramdan bunu anlıyor. Şu var ki 1 ay bünyeye alkol girmeyince içki içtğin ilk gün bokunu çıkarmak sanırım pek makul bir davranış olmuyor. Bana makul nedir ki demeyin ben biliyorum makul'un ne olduğunu bayramın ilk gecesi İstiklal caddesinde ayık kalmayı başaran bir grup şanssız azınlıkla aynı şeyi anlıyoruz makul kelimesinden.

10/14/2006

Anoreksik Sultan


11 ayın sultanı'nın yediği önünde yemediği arkasında ama kendileri pek kıtlık meraklısı. Üstüne üstlük zaten ağırlıkla yarım ekmek dönerle beslenen bir ceddin ahvalini açlıkla terbiye etmeye kalkmaz mı? Bir de yetmezmiş gibi gecenin kör yarısı atılan saçma sapan davul soloları var. Davul dediysem maç davulu. Ya Zalim Ramazan...

9/24/2006

Normal...

"Biralar soğuk mu?" dedim
Dedi ki, "normal!"
"Peki ya havalar?"
"Valla gayet normal!"
"İşler?" dedim, "gidişler?" dedim?
"Hepsi normal!"
"Peki" dedim, "ya sen, ben?"
Dedi ki, "normal!"
"Peki biz, ikimiz?"
"Valla gayet normal!"
"Halimiz?" dedim
Ne dese beğenirsiniz.. "normal!"

Biri anlatsın hemen, nedir bu normal?
Canım sıkıldı artık, yoksa ben miyim anormal?

9/17/2006

Ajda Forever

Ağır roman adlı hiç de ağır bir tarafı olmayan hatta ziyadesiyle kastırma romanın en saygın yeri hiç şüphesiz Gaftici Fethi'nin "Oğlunuzu ibne olmaktan nasıl kurtarırsınız" tiradıydı. Başlıkta Ajda Forever yazarken bu da nereden çıktı diye sorarsanız cevabım kısa ve net olacaktır: Ey insanlık!! Şuna inanıyorum ki Lisa Minelli ya da Barbra Streisand'ın gay kültürü için yeri neyse Ajda'nın yeri de ilgili komünite için bu figürlerden fazla uzakta değil. Ama bu tespit Superstar'ın kesinlikle çok daha samimi ve yüksek müzikalitede olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hetereseksüel olmama rağmen bu gay ikondan haddinden fazla keyif almam acaba beni Gaftici Fethi'ye tez konusu yapar mı bundan emin değilim. Neyse belki de hepsini kıçımdan sallıyorumdur (söz konusu eşcinsellik ve ben oldukça kritik bir organımı kullanarak tespitlerde bulunuyorum durum giderek kontrolden çıkıyor mu ne?) ama bir terslik olduğu kesin. Hem Springsteen hem Ajda nasıl bir arada duruyor? İnanın bilemiyorum ama ben bu tadı seviyorum...

9/12/2006

Mizük Kervanı

Müzik dinlemenin giderek bir kariyer halini aldığı şu meşum günlerde, nerede sonic youth kırması sinirli kızlardan oluşan grup varsa elinde tuzla koşan bir kitleyle gün geçmiyor ki mücadele etmeyelim sayın seyirciler. Ne dedim ben yahu. Galiba şunu demek istedim; mainstream müzik dinleyenlerin toplama kamplarına gönderildiği bir dünyaya doğru gidiyoruz. Hayatımda adını duymadığım grupları, sağolsun internet sayesinde öğreniyorum. Sonra bunları dinleyen acayip kool insanlar olduğunu öğreniyorum. Aferin onlara. Sonra o gruplardan daha acayip gruplar olduğunu öğreniyorum. Hepsi internet sayesinde. Sonra bu grupların şarkılarını da indiriyorum. Yahu bi boka benzemiyorlar, hepsi en iyi halinde sonic youth'a benziyor ki zaten ondan da bi bok anlamıyorum.

Indie nedir kardeşim? Indie dediğimiz kişi nedir, neden öyledir?
1992 yılında, Niğde adlı güzide ilimizde, Çağrı Müzik adlı kasetçinin vitrinine bakarken birden anladığım bir gerçek var. Birinci harikulade heavy metal kasetimi dinleyip bitirmiş, ikinci bir heavy metal kasedi olabileceğini görmüş ve hayret dolu tavşan gözlerimle vitrine bakarken anladım ki, bundan sonrası hep kasetti. Buradan kasetleri yapan sanatçıların evlerine kadar kaset dizilebilirdi. Ve hepsini dinlemenin imkanı yoktu. Birden göynüm bulandı. (O zamanlar anadoluda bulunduğum için göynüm vardı ve bulanabiliyordu) Yeni kasetleri ne kadar dinlersem dinleyeyim hep daha yeni kasetler olacaktı.

Göz ucuyla Ahmet Kaya kasetlerine baktım. Ahmet Kaya sakallı, pis ve üzgün üzgün duruyordu kaset kapaklarında. Tamam bunları dinlememe gerek yok dedim. RCA Victor marka kelebekli klasik müzik kasetleri de şimdilik bekleyebilirdi. Dr. Alban ve Vanilla Ice döneminden sağ kurtulmuştım ve tekrar oraya dönmeye niyetim yoktu. Şimdi geriye dönüp o yıllara bakıyorum da sevgili okuyucu, tiksiniyorum. Allah belalarını versin yahu ben her şeyi ne güzel anladığımı anlatan bi anı yazıyordum sözde ama o zamanlar da çok berbattı yahu.

Bok dinleyin.

9/11/2006

Yolda mısın Yoda mısın?

Tamam şimdiden anlaşalım size Jack Kerouac'lık yapmayacağım. Yani ne beat bir çevrede yetiştim (o da ne demekse, ama itiraf edin oh yeah duruyor), ne sürekli yolculuk edip Amerika'yı baştan başa dolaştım (tamam tamam.. Daha Doğu yakasını bile görmüşlüğüm yok ama atlasta işaret parmağımı bütün kıyı şeridinin üzerinde gezdirdim hem de birkaç kez), ne kalemim o denli kuvvetli ne zen'le gen'le haşır neşirim ne şiir severim ne de kayıp baba kompleksinden muzdaribim. Gördüğünüz gibi ortak noktamız yok denecek kadar az. Anlaştık mı? Tamam şimdi devam.

Yolda olmak benim için hiç de öyle takıntılı bir istek değil. Yani yeri gelirse kırarım kıçımı otururum evimde. "...Buralarda nefes alamıyorum derhal kaçmam lazım..." triplerim yoktur. "Tamam hepimiz sıkılıyoruz bir akıllı ol arkadaşım gel seninle iki duble rakı atalım" derim olur biter. Yani elbette kendi kendime demem böyle bir şey. Deli değilim. O kadar yalnızda değilim "kendi kendimle rakı içiyorum çok mutluyum.. hadi be ordan.." zavallı değilim ben anlıyor musunuz değilim!!! işte bunu diyebilirim mesela kendime ama gel iki kadeh parlatalım demem. Demem işte uzatmayın.. "Nefes alamıyorum bu şehir üstüme geliyor..." diyenlere verebilirim bu cevabı. Yani verebilirim diyorum çünkü hiç vermedim. Ama günün birinde dersem bence çok güzel olur. Hmm neyse sanırım bir süre daha böyle bir şey diyeceğim bir ortam oluşmayacak. Şimdi konuyu değiştirebilir miyiz lütfen? Tamam böylesi daha iyi. Yeni paragraf güzel fikir.

Yani demek istediğim yolda olmak konusunda tutkulu bir herif değilim. "Motorum bacaklarımın arasında, rüzgar yüzümde, asfalt altımda, işte özgürlük... Vahşi olmak için doğmuşum" Bunu diyebilir miyim sizce? Sizce bunu Harley Davidson Man bile der mi? Yani böyle hissediyor olmanız için cinsel oryantasyonunuzda birşeyler ters gidiyor olması lazım değil mi? Yanılıyor muyum? Yanılıyorsun diyorsanız kafanıza bandana taktığınıza ve deri pantalon konusunda fetişleriniz olduğunu düşünmeye başlıycam ve sanırım bu diyaloğu keseceğim. Yani sizinle konuşmayı keseceğim, monolog bence harika bir içsel yolculuk aracı. (İçsel yolculuk mu dedim az önce? Hey Jack lütfen aradan çekilir misin, senin devrin bir paragraf önce bitti şimdi yeni bir paragraftayım) Üstelik Harley Davidson Man'lik yapacak neresi var? Kabul, bu ülkedeki tek eksiğimiz Route 66 demiyorum da takdir edersiniz ki Konya Ovasında chopper tepmek pek de uygun bir görüntü değil. Türkü türkü Anadolu belki Harley Bey'den ziyade Mr. John Deere için uygundur. Neyse bu konuyu geçiyoruz. Pekala başka nasıl yolda tribi yaşacağız kayıp cinnet geçirtme bize derseniz, ki bu satıra kadar geldiyseniz bu cinnet aşamasına biraz daha yaklaştınız ya da sıkıntıdan yapacak hiçbir şeyiniz yok gerçekten acınacak haldesiniz, sizlere "otostop" cevabını vereceğim. Ama sizi yolda bırakacağım sevgili okur (bayılıyorum bu fransız ağzına.. Sizi diyerek sen'den gayet kibar bir zamir oluşturup hemen ardından eylemi tekil patlatıyorsun. İşte size Türk diliyle fransız öpücüğü. Tuzu uzatır mısınız Pierre?) ben baş parmağımı kaldırıp Burdur yolunda faça şahin heyecanı yaşayacak değilim. Belki ilgili parmağımla birlikte birkaç parmağımı daha kaldırır bir taksi çağırırım ne biliyim Esenler Otogarı'na ya da Atatürk Havalima'nına gidebilirim. Siz o araçtan o araca zıplarken ben uygar dünya adına klimanın nimetlerinden yararlanmayı yeğliyorum. Siz buna istediğiniz kadar konformizm deyin (diyin desem belki daha iyiydi) ben pratik us diyorum. Vay Pratikus vaaaay!!!!

Ben yolda neyi mi seviyorum? Varan Bolu Dinlenme tesislerinde domates çorbasının üzerinde eriyen kaşarı ya da Afyon İkbal'de yenen ekmek kadayıfını. Oha sen de ne sığ bir adammışsın demeden önce bir düşünün ya da en iyisi tadın bu bahsettiklerimi, göreceksiniz ya da tadacaksınız ki en az Nasrettin Hoca kadar evrensel değerler bütün bu lezzetler. Hatta daha bile değerliler benim için. İnsanların göle maya çalınmasında komik ne bulduklarını inanın bilmiyorum. Biri bana açıklasın da diyemeyeceğim çünkü bunu açıklamaya çalışan adamın elbet çalınacak bir düdüğü ya da doğuracak bir kazanı vardır. Ne mi demek istedim? Bilmiyorum düşünün işte eldeki malzeme ile düzgün bir espri bile yapamıyorsunuz. Yani tamam sadece yolda yenen yemekler değil derdim. Ne zannettiniz beni obez mi? Tamam biraz fazlam var bunu anlamanız için de Muzaffer Kuşhan olmanıza gerek yok ama zaten Kenya milli atletizm takımına girmek gibi bir düşüncem de yok.

Bakın yemekten başka müzik de olabilir. Yani hatta yolda müzik dinlemekten çok yolda dinlemek üzere müzik seçmek. Eskiden kaset çekmekti bunun adı. Hayli de haysiyetli bir işti. Tamam anonslu asker kasetlerini saymıyoruz. Sivil hayattayız beyler bayanlar beni rahatta dinleyiniz. Yani en az hoşlanılan kadına kaset çekmek kadar özel bir şeydir yolda dinlemek üzere cd doldurmak (nasıl zaman atlaması kasetten, cd'ye) aslında mp3 playerlarla bütün arşivi yanınızda dolaştırabiliyorsunuz artık pek bir özelliği kalmadı gibi ama yok yok öyle demeyin. Hala pikap dinleyen bir adamla karşı karşıyasınız. Biraz detaylandırmak gerekirse Milas-Susurluk arasında dinleceğiniz şeyle, İstanbul-Lapseki arasında dinleyeceğiz şey bir değildir elbette. Yol birkaç bölüme ayrılmalı ve kendi içinde küçük molalarla müzik çeşitlendirilmelidir. Yeri gelirse yokuş aşağı peygamber vitesi, yeri gelirse Rod Steward... Neyse çok formda benzetmeler yapamıyorum ama samimiyetimin farkındasınızdır herhalde. Elbette iyi bir yol cd'si hazırlamanın yolu da (bu yol sözcüğü ne çok kullanılıyormuş) samimiyetten geçiyor değil mi? Gerçi şu sıralar herkes ne kadar samimiyetten bahsediyor. Samimiyetten bu kadar bahsetmek samimiyetsiz bir şey değil mi sizce de?

8/29/2006

Jenny Wren


36 sene sonra Paul Mccartney'den yeni ve iyi bir şey dinlemek o kadar iyi ki. Neden bunca yıl cezalandırıldık? İsyan etmeden önce bir daha düşünün...Yine de şanslıyız...

8/28/2006

Yaşlandığınızı Nasıl Anlarsınız? (Futbol)



Dün Sakaryaspor-Fenerbahçe maçını izlerken fark ettim, insanın yaşının ilerlediğinin önemli göstergelerinden birisi de sahadaki futbolcuların zamanla sizin küçük kardeşiniz yaşına gelmesi. Yaşınız ilerledikçe genç futbolcu denilen çocuklarla aranızdaki yaş farkı giderek açılıyor. Sizin yaşınızdakiler için kibarca (tecrübeli futbolcu) deniliyor. Yaklaşık 5 sene sonra (kurt futbolcu) olarak adlandırılacaklar ve (ilerleyen yaşına rağmen...) benzeri cümlelerle tasvir edilecekler. İyi ki bu yaz stajyer gelmedi onlarada gıcık oluyorum. Kaçlısın sen? 86.. Nasıl???? 86 mı? Ben 1986 yılını çok iyi hatırlıyorum. Eskiden etrafımdaki herkes ya benim hatırlayamadığım ya da yaşamadığım yıllarda doğmuştu. Şimdi öyle mi? Reşit olanların doğum tarihi 1988. İnanabiliyor musunuz? 1988 yazında Lapsekideydim ve en iyi arkadaşım Marco Van Basten'di. Avrupa Futbol Şampiyonasu finalinde Turuncu formalı Hollandalıların Dassaev'li Sovyetleri nasıl geçtiklerini hatırlıyorum. Dedem sağdı ve 34 DAP 30 plakalı bordo bir serçemiz vardı. Bir de çok pis dizim yaralanmıştı. Salıncaklara falan sığıyordum o zamanlar. Vay be.. Ben de bir ara 30 kilo falanmışım. Hiç 30 kilo olmuşum gibi gelmiyor bana....

Edit: Yukardaki gibi kral bir fotoğraf istiyorum bende.. Turgut'a söyliyim de çektirelim...

8/24/2006

ŞİMDİ BANAAAAA KAYBOLAAAAN YILLARRIIIIMI VERSEEEELEEER

Yaklaşık 5 sene sonra tekrar Akbil sahibiyim. Bu gururla söylenecek bir şey değil biliyorum. Üniversiteyi bitireli 5 sene oldu ve ben bunca yıldan sonra ilk defa cüzdanımda öğrenci pasosuna iliştirilmiş bir akbil taşıyorum. Bir daha Akbil kullanmamak için onca yıl oku (ki sanırım gerçekten bir şekilde üniversite eğitimi on senedir devam ediyor; 4+3+1=8 yok daha sekizmiş, rahatladım mı? siktirin ve kapayın çenenizi), yedi seneyi aşkın süredir çalış; haftaiçi her sabah traş ol, erkenden kalk işe git ve gençliğinin en güzel kısmını orada bırak hem de depozitosuz. Sonuç? Öğrenci akbili. Taşıt kredisi bile değil. Akbil hem de öğrenci. Pembe bir plastiğe iliştirilmiş. Akbil dolduran görevli akbilimi takarken bana "babacan" diye hitap etti. "Babanı sikiyim" diyecektim demedim. Emeğe saygı... Kimse şimdi kalkıp da " öyle deme, Akbil ekonomiktir" demesin. Ekonominizi de sikiyim. Ekonomi benim lan!!!

8/20/2006

Neden Galatasaray?

Aslında tuhaf bir şey takım tutmak. Yani bu kadar çok takım varken neden birini seviyorsun? Bu sıralar birbiri ardına çıkan "futbol asla sadece futbol değildir oyundan öte bir şeydir. Hem entelektüel hem de futbol tarafı olabilirsiniz" türü yayınlarda da illa bir makale bu konu üzerine. Bilhassa Tanıl Bora, Can Kozanoğlu ekolü bu konuda "taraftarlık analizi"nin biraz cılkını çıkarmış durumdalar. Kişisel olarak ben Prekazi yüzünden Galatarasay'lıyım. Bir de babam yüzünden. Babam da babası ve Metin Oktay yüzünden Galatasaray'ı tutuyor. Düşünüyorum da 14 sene boyunca şampiyon olamamış bir takım tutulur mu? Hele takım kaptanlığını Fatih Terim yapıyorsa. Salt Fatih Terim bile bir takımdan soğumak için sebepken kaptanlığını yaptığı bir takımı tutmak. Biz de Fatih Terim'in bir şekilde içinde bulunduğu takımlarını tutmak bir aile geleneği sanırım. Utanç verici ama gerçeğin bir yüzü de bu. Terliklerini Bülent Korkmaz'a taşıttığı dönemde babamın, Emre Belezoğlu'nu tokatladığı dönemde de ben. Neymiş? Fussball asla sadece ay(l)aktopu değilmiş...

8/18/2006

Metal Kafanın Günlüğü


Dün akşam "Metal a Headbanger's Journey"i izlerken şöyle bir düşündüm: "13 yaşından utanırsan, çocukların 13 yaşına geldiğinde onlardan da utanırsın". Evet çok doğru. Sağlıklı nesiller 13 yaşla barışık olmaktan geçiyor. 13 yaş ise Heavy Metal'den. Demek ki Heavy Metal'den utanmamak gerekli. En azından çocuklarınızın ruh sağlığı için.

Heavy Metal hakkında pek kimsenin söyleyemediği bir başka gerçeği de burada makul bir mantık modellemesi çerçevesinde sizlerle paylaşmak istiyorum. Artık 10 aşamada sivilce-Metal-sivilce döngüsünü yazılı hale getirmenin zamanı geldi.

Aşama 1) 13. yaş doğumgünü.
Aşama 2) Ayna karşısında sıkılan sivilceler
Aşama 3) Utanç
Aşama 4) Utancın sinire dönüşümü
Aşama 5) Heavy Metal
Aşama 6) Siyah tshitler. Siyah kıyafetler. Ağustos sıcağında simsiyah terli ergenler. "Delikanlı metalci gün yüzü görmez." Şort yok, duş yok, "Pislik adamım.. Bu kahrolası dünyada bütün ihtiyacımız olan pislik.. Kimse bizi sevmiyor tamam mı? Onlara ihtiyacımız yok, güçlü ol ve vücuduna yapışan o terli kara tshirt'ü çıkartma o senin üniforman"
Aşama 6) Dermotoloğa gitmek yerine daha fazla siyah tshirt giymek.
Aşama 7) Daha fazla sivilce
Aşama 8) Daha çok sinir
Aşama 9) Daha fazla Heavy Metal
Aşama 10) GRHHHHGGGHHHHH

8/17/2006

Çekirdek Altı Parçacıklar Üzerine

Ayçekirdeği (Helianthus annuus) çitlemek, çevremizi gözlerken sıkça kullandığımız bir yöntemdir. Çitlemek eğer kontrollü gözlem ve deneyler yaparken kullanılırsa, bilimsel araştırmanın bir yöntemi olarak da ele alınabilir. Bu yazımızda bir bilimsel araştırma yöntemi olarak çekirdek çitlemenin bu güne kadar değinilmemiş epistemolojik bir çekincesinden bahsediyoruz.

Çekirdeyin, çitlenen ve çitlenilen olmak üzere iki parçadan oluşan bir çitlenge olduğunu biliyoruz. Ancak çekirdeğin yine a priori bildiğimiz bir özelliği şudur ki; çekirdek lezzeti alınmak üzere çitlenen bir olgudur. Ancak çitleme işlemi çekirdeğin yapısını değiştirmekte, tohumun çitlenmeden önceki lezzetini bilmemize engel olmaktadır. Yani çekirdek çitlenmeksizin lezzeti alınamaz. Çitlendiğinde de çitlenmemiş hali değiştiğinden çitlenmeden önceki lezzeti bilinemez. Çekirdeğin gerçek lezzeti ancak kuantum mekaniği ilkeleri uyarınca çıkarsanabilir.

Bu yüzden ayçeğirdeğinin lezzeti ile ilgili olarak iki yeni çekirdek altı parçacık tanımlanmıştır. Ayön ve çekirdön olarak isimlendirilen bu parçacıklar bildiğimiz ayçekirdeğinin elektromanyetik ve çitlembik hızlandırıcılarla çok yüksek hızlarda fındık ve fıstıkla çarpıştırılması ile hakkında bilgi sahibi olabildiğimiz varlıklardır.

Bu yazımızla kuantum çitlembiği hakkında okuyucularımıza giriş seviyesinde bilgi vermeyi amaçladık. Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi'ne gönderdiğimiz bu yazı her ne kadar kabul edilmediyse de umuyorum amacına uygun ve merak uyandıran bir yazı olmuştur. Dostça kalın.

Kişisel tarihimin en harika 27 şarkısı


Benimle yaşıt ya da benden küçük olan harika şarkılar arasından en özel/güzel 27si aşağıda listelenmiştir. Listeleme faaliyeti için herhangi bir istatistik model kullanılmamış olup, kriterler tamamen "otobiyografik"tir. Hiçbiri birbirinin üstünde ya da altında değildir. Bir numaralandırma/derecelendirme yapılmamıştır. İsimlerden alttan yazılan üstte, üstte yazılansa görece altta olabilir. Sıralamadan bağımsız en yaşlısı 1979 model olmak üzere kişisel tarihimin en harika 27 şarkısına buyrun bakalım.

  • Come on Eileen - Dexy's Midnight Runners
  • Paddy Public Enemy Number One- Shane Macgowan
  • Loose Fit - Happy Mondays
  • Lost in Supermarket- The Clash
  • The River- Bruce Springsteen
  • Laid- James
  • Love is Strong - The Rolling Stones
  • Blue Monday - New Order
  • Apologia - Gavin Friday
  • Rock of Gibraltar - Nick Cave and the Bad Seeds
  • Broken Stones- Paul Weller
  • Downbound Train- Bruce Springsteen
  • London Calling- The Clash
  • Raindogs- Tom Waits
  • Riverboat Song- Ocean Colour Scene
  • This Charming Man- The Smiths
  • The Ship Song- Nick Cave and The Badseeds
  • Dadi was a badi- Black Grape
  • Strange Weather- Tom Waits
  • There is a Light That Never Goes Out- The Smiths
  • Piccadilly Palare- Morrissey
  • Love spreads- The Stone Roses
  • Loaded- Primal Scream
  • This is not a love song- P.I.L
  • Fisherman's Blues- The Waterboys
  • Be there- Unkle feat. Ian Brown
  • Our House- Madness

8/15/2006

Delişmen Oğlanlar


İtiraf etmeliyim ki yıllarca gerek elektronik müziğe gerekse hiphop'a burun kıvırdım. Break beat'lerle bel kıvıramadığımdan değil belki istesem ben de adidas superstar ekolünden geçebilirdim. En azından Bakırköy'de 90'ların ilk yarısını yaşamış bir insan evladı olarak elimde fırsat da vardı ama yapmadım. Şimdi oturup düşününce bunun çok da anlamsız bir tepki olmadığını anlıyorum. Kendimce haklı ve makul sebeplerim vardı. Hala daha var. "Check this out! Beni en iyi ifade eden müzik hiphop..." diyemeyeceğim. Diyene de bir şey diyemeceğim, belki "ifadesiz" diyebilirim, ya da ona unutamayacağı bir "ceza" vermek isteyebilirim. Neyse efendim sabahın makul bir vakti sayılabilecek bu saatlerde hiphop'la ilgili bir kişisel bilanço kapaması yapmanın temelinde bir avuç Delişmen oğlan var. Geçenlerde bu arıza gençlerin (artık pek gençlikleri kalmadı ya) antolojilerini dinleyivereyim dedim. Zamanında ordan buldan almışım bir kenara atmışım dinlemek ne içimden ne aklımdan ne de başka bir uzvumdan gelmiş. Belki o ana kadar görece daha huzurlu olmanın sebebi belki de bu tanımlanamayan savunma güdüsüydü... Fennin sesine kulak kabarttığımda "bu iyiymiş" dedim. Daha sonra çalmaya devam etti bir ara sessizlik oldu ikinci albümü de koydum. O da çalmaya devam etti. Bir baktım bitmiş ellerim istemsizce albüm kabına gitti birinci albümü yeniden koydum. Bu rally 3 kere sürdü. Yaklaşık 3 saatlik neredeyse kesintisiz "load-save ve tuvalet-kahve" molaları hariç kendimi beastie boys'a teslim etmişim. Ne mi oldu? Açıkçası içimdeki beastie ortaya çıkmadı? Hala daha bilinçaltı dehlizlerimde zincirli. Öyle kolay kolay da ortaya çıkmaz tanırım kendisini ne de olsa 27 senelik hukukumuz var. Ama şöyle bir şey oldu bir noktadan sonra müziği duymaz oldum. Yani hiphop'u duymayacak kadar tepkisizleşmek. Maslak sanayi de kaportaye inen çekiç olmak desem birşey ifade etmeyecek değil mi? Evet tekrar okudum bana da bir şey ifade etmedi. O zaman ne diyoruz. INTERGALACTIC.. INTERGALACTIC...

8/13/2006

Disco Topunun Ağzında


Kadim dostum Larry Laffer'a inanıyorum. Gün gelecek polyester ve Disco günleri geri gelecek. Hem de eskisinden daha olgun ve haysiyetli... Parlak contalı Sur borusunun "god is a dj" diye öttüğünü duyar gibiyim. Korkuyorum anne al beni içine....

"Love groovy under the mighty disco ball"

8/11/2006

Bırakın Kanasın


Yıllarca tek ortak yanları "The" olan Rolling Stones ile Beatles'ın kıyaslanmanları kadar saçma bir başka karşılaştırmayı, yazılı dünya tarihi baştan sona incelense dahi pek az yerde görülür. Kanımca Warhol işi bir Kiraz resmi ile Lichtenstein işi bir musluk vanası kesiti arasındaki benzerlikler Stones vs Beatles incelemesine oranla çok daha fazladır. Fakat bu saçma sidik yarışına bizim şeytan oğlanlar bile kendilerini öylesine kaptırmışlar ki 1969 (şu yılın seksapeline bakar mısınız) "let it be"'ye inat "let it bleed"i çıkartmışlar. Yıllar sonra en asil beatle oğlan "let it be naked" ile "...aslında biz bunu yapacaktık ama çok pis kavga ettik Allah'ından bul Yoko kadını !!!" diye veryansın alsönsün edecek ve bu işten servetinin finansal ifadesine birkaç hane daha ekleyip, tek bacaklı karısının nafakası için kesesini biraz daha dolduracaktı ama düşününce bütün bunlar ayrı birer pazar kahvaltısı konusu. Esas mesele Stones'un Let it bleed albümü. Kutsal dörtlemenin ikinci ve denge ayağı olan bu albüm öylesine öyle ki.. Tüm gitarları Keith Richards'ın çalması ve en Popescu'sundan siz gidin buralar bana emanet halleri.. Mick the Jagger'ın en maymun adam tripleri ... Stoned Brian Jones sonrası Haydalar Haydası... 32 kısım tekmili birden rock'n blues havaları...

Şimdi size bir "Sezar'ın hakkı Sezar"a sorusu. Sezaryensiz bir cevap istiyorum. Dünya pop müzik tarihinde (defter, kitap, internet açık istediğiniz yerden açın bakın) kaç albüm biliyorsunuz ki kalede gimme shelter geri üçlü love in vain, country honk, live with me orta saha let it bleed, midnight rambler, you got the silver forvet monkey man, you can't always get what you want tertibiyle piyasaya çıksın?

a) Chelsea FC
b) U2
c) Yurtseven Kardeşler
d) Bu soruyu ve seni Allah'ın varsa seni ona havale ediyorum.
e) Gönül rahatlığıyla bu seçenekler haricinde kalan herkes ve herşey dahil hiçkimse

Neyse...En son kimde kalmıştı? Devam edelim ben 3 kağıt istiyorum... Bir de sadwich yapma sırası kimin?

Probiyotik


Probiyotik yoğurtlar.
Yoğurt mu?
Değil
Biyonik mi?
Probiyotik
Kefir mi?
Bir nebze
Temiz mi?
Son kertede
Canlı mı?
Durgun
Yer miyim?
Yemez misin?
Sanmam

8/10/2006

Superstar 2


Günün birinde dünya, yapılacak yeni bir hyper uzay yolu için bir grup Vogon tarafından toz ve gaz bulutu haline geri döndürülürse yanınıza hangi Türk Pop müziği lp'sini alırsınız? temalı son derece anlamsız ve anlamsızlık parabolünün dönüm noktasında aslında oldukça makul bir ankete katılmanız gerekirse ya da ne bileyim bunun için mecbur kalırsanız belki benden ufak bir fikir almak işinize yarayabilir. Son derece kişisel kategorizasyon kriterlerime göre Superstar2 gerek açılış şarkısının bu elim vak'aya uygunluğu (bkz: Bambaşka biri) gerekse a yüzünün dördüncü parçasının olay sonrası yaşanacak travmayı konu edinmesi olsun (bkz: ya sonra) Dünya'ya son kez belki de bir daha asla herhangi bir durum karşısında "karmaşık hisler" duyamadan mega porsiyon karmaşık duygularla bakacacağınız o anda kafanızdaki evrimsel olarak kişiselleştirilmiş ben napoli radyosu'nda çalacak şarkılar siz farkında olmasanızda bu albümün şarkıları olacaktır. Ne de olsa gezegeniniz artık bir uzay otobanına şerit olmuş, sizin varlığınız ise eskiden şüpheli iken şimdi tamamen bilinemez duruma gelmiştir. Kim bilecek ki? Başkaları mı? Hani o başkaları nerede? Hepsi otoban tozu yuttu.
Siz tamamen bambaşka biri olmuşken gezegenizin eskiden durduğu şimdiki boşluğa bakıp haykıracak nefesiniz kalmasa bile "ya sonra"dan başka ne diyebilirsiniz ki? Üstelik durmaz ki dünya!!!

Biraz daha kahve?


Kahve...
Biraz daha kahve?
Goethe değilse bile
Jim Jarmush sanırım
Böyle diyecek Ölüm döşeğinde...