12/10/2008

A tribute to Adnan Abi Part II




Nerede kalmıştık? Ha evet Adnan Abi'de. Dükkanın adı lambadaki cinden geliyordu ve biz cin'in galaksinin her yerindeki barmenlerden cin diye istendiğini biliyorduk. Şayet yeterince sağlam bir havlun varsa ve cin diyebiliyorsan ne susuz kalırdın ne yolsuz. Yoksulluk kader olamaz be Cem bkz: mor perşembe.

Zen'in Suda Balık albümü neyse Can'ın Ege Bamyası dömivole oydu. Merhaba entelektüel Televole! Almanlar'ın ege bamyasını nereden öğrendiklerini ya da bunu albüm adı yaptıklarını anlatmayacağım. Rivayet muhtelif, rehavet kalıcı ey sevgili okur. Almanya acı vatansa gurbetin markası Pioneer'di kasetten kasete 90 dakkada devri alem (kafa ayarı fiyatlara dahildir). Amma velanakin skywalker bu albüme ulaşmamız için internetin Odtü'deki odasından çıkıp yurt sathına yayılmasını beklemek durumunda kaldık (inceleyeniz sat vs hat). 75 mb'ı dial up'la indirmek büzük ister akıllım. O büzük ve sabır vakti zamanında bizde mevcuttu. "Asil kan değil asıl kandır" ne derler bilirsin be kanka şarap benim kanımdır..

12/08/2008

Adnan Abi'ye Saygı Duruşu...




1995 yazı enteresan bir yazdı. Şimdi düşünüyorumda neredeyse 14 sene olmuş. Biz (pazenadam ve ben) ne Borges gibi Buenos Aires kütüphanesine ne Eco gibi Avrupa kültür mirasına hatta ne de İlber Ortaylı gibi Topkapı Sarayına erişim imkanına sagiptik. Yerel servis sağlayıcılar ile yerel networklerden besleniyorduk. İnternet Odtü'de bir odaydı ve eksisozluk'e uye olmamız için daha 4 sene beklememiz gerekecekti. İşte o zamanlardan birinde Bakırköy'de Beyazadam'ın karşısında (Anıl, Okan ve benim için beyazadam'da ayrı bir mekandı Aret Sedef'i de saygıyla anıyoruz) Adnan Abi'nin büyülü mekanından içeri girdik. Tam olarak nasıl, ne zaman ve ne için oldu hatırlamıyorum aslında hayal meyal hatırlıyorum ama bahsetmek anlamsız. Detaylarla kafa ütüleyemeyecek kadar büyüdüm artık. İşte o zamanlardan bir albüm. Hayatımızı kaydıran kayıtlardan biri. Sonrasında herşey değişti. Zen bile Baba Zula oldu. 2000'e sinek yedili olmadan beş sene önce, canlı bir konser kaydına dönüşmeden birkaç sene evvel. Karşınızda "Suda Balık"


9/04/2008

Korkuyorum Anne



Özellikle entel dantel takımı sonunda futbola hak ettiği itibarı verip, İthaki yayınları Simon Kuper'leri basmaya başladıktan sonra kaçacağım fazla delik kalmadı. Kendimi bir entel göt olarak tanımlayabilir, yeri geldiği üzere bu platformdan pazarlayabilirim. "Kitap okurum, genelde okuduğumu anlarım mesela Kolera Günlerinde aşk ama bana en sevdiğin kitap nedir derseniz Johny Cash'in yazdığı Johny Cash otobiyografisidir diyeceğim" gibisinden High fidelity kaçak güreşi yapmayacağım ama kitap okurum, okuduğumu anlarım, anlayamazsam blöf yaparım ya da wikipedia'ya bakarım en kötüsü pazenadam'a telefon ederim. Budur yani kolaya kaçabilirim ki zaten entel götlüğüm buradan tescilli. Tıpkı pazen adam gibi. Neyse ileri geri atmıyım. Neyse canlar, devam edelim. Sinemayı da severim. Fellini falan izlerim, izledim, anladım, anlayamadığım oldu, wikipedia'ya baktım. Mainstream'den de uzak durmam. Süper kahraman filmlerinden Nothing Hill'e kadar geniş bir yelpazede Alin Taşciyanlık da yapabilirim. Yelpazeyi kıvır ve bir tarafına sok Watson. What son?

Neyse Türk filmi dediğimiz şeye burun ve başka şeyler kıvrılmasına karşı değilim. Ne de olsa Yeşilçam çöptür. Çöptür evet evet bildiğiniz çöptür. Fenerbahçe vs İstanbul Büyükşehir Belediye Spor maçlarından sonra Star gazetesinin attığı manşetler gibi Belediye son 10-15 senedir çöpü almaktadır. Ama çöpten kurtulması da oldukça zordur. Zira çöpü yakarsanız daha da sıçarsınız. Sıç watson. Mehmet Ali Erbil'in son 10 sene içinde oynadığı 4 filmin imdb worst 100 listesinde olmasını anlamak için Atıf Yılmaz olmaya gerek yok.

Nuri Bilge Ceylan'dan anlamıyorum. Karpuz kemiğinden gemiler yapan adamı da tanımıyorum. Yüzme bilmiyorsan işin ne ağaçta diyebilirim mesela. Ama yeni sinemacılar gibi donjon pastanesi işleri seviyorum lan allahsız blog (sevgili günlük revival org. beta 1.02) -allah'ı küçük harfle yazdım o kadar anarşist bir sinema izleyicisiyim-

Radikal okurum, alternatif rock dinlerim, çin mutfağından hoşlanırım, Obama'yı desteklerim çiğliğinde bir en sevdiğim 5 türk filmi : Robotla Röveşata, Gemide, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Masumiyet bir de Tosun Paşa Çiğli'de inecek var da yapmayacağım korkmayın, alıklarınızın ayarıyla da sakın ha oynamayın. Nez'den dinliyoruz sakın sakın sakın haaa...

Amelie'nin fabulozo macertalarını ilk izlediğimde sevmiştim. İkinci defa da izlemedim. Simyacı'yı okumadım ama okusam da sevmezdim. Belki de severdim ama cv'ye yazmazdım. Zira ben hiç Eco'da okumadım ama okumuş gibi yürüyebilirim.

Korkuyorum anne enteresan bir film. Akbank reklamı ile Amelie arasında gidip geliyor, Balat'tan Galata'ya bu İstanbul bizim manzarası veriyor. Bazen deliriyor bazen de sevgi kelebeği olup bu ne lan dedirtiyor. Ama genel olarak izletiyor. İzlet beni bebeğim. Yoksa izzet mi demeliydim?

Bir film hakkında bundan da kötüsü yazılmazdı be :)

8/26/2008

Ofis Kahvaltısı 2

Simit, poğaça, açma, çatal bir yana elbette tostun da hakkını teslim etmek gerekiyor. Tost derken, yazıhanenin kapısını açtıktan hemen sonra ama bilgisayarı açmadan hemen önce bizim dükkanın yakınlarında her sabah yaklaşık 400-500 kişinin tost siparişi verdiği ucuz margarinin adeta damardan şırıngalandığı büfede yapılan tosta.

Ey yemek tarifi ararken buraya düşen bahtsız okur, belki de aradığın tarif buradır bir umut aşağıya bak. Sana tost tarifleri vereceğim.

Öncelikle karakterlerimizi ismen tanıyalım.

1) Kaşarlı Tost
2) Çift Kaşarlı Tost
3) Sucuklu Tost
4) Kaşarlı Sucuklu Tost
5) Çift Kaşarlı Sucuklu Tost


Aslında istediğiniz tosttan başlayabilirsiniz ama ben eski alışkanlıklardan ötürü 1'den başlayacağım.

1) Kaşarlı Tost



Bu tostu yapmak için bir tost makinesine, biraz taze kaşara iki adette tost ekmeğine ihtiyacınız var. Gayet ekonomik bir tosttur kaşarlı tost. İki adet tost ekmeğinin arasına taze kaşar koyar, sonra içine taze kaşar konmuş ekmek dilimlerini arada kaşar, üstlerde ekmekler kalacak şekilde tost makinesine koyarsınız. Tost makinesinin kapağını kapatırsınız ki açık kalmasın. Sonra fişe takarsınız ki tost makinesi çalışabilsin. Elektrikler kesik değilse ve tost makinenizde sorun yoksa 3-5 dakka içinde kaşarlar erir siz de tostunuzu alırsınız, sıcak gelirse peçeteyle tutun yoksa çıplak elle de yiyebilirsiniz. Ekmekler biraz daha gevrek olsun derseniz ekmeklerin üstte kalan, tost makinesi ile temas eden kısımlarına yağ sürebilirsiniz. Katı yağ olsun. Zeytinyağı ya da ayçiçek yağı dökmeyin etraf kirlenir saçma olur.

2) Çift Kaşarlı Tost



Çift kaşarlı tostu yukarıdaki fotoda ağzımda görüyorsunuz. Kaşarlı tosttan temel farkı peynir miktarındaki dramatik farklılıktır. Kaşarlı tost tarifini sabit tutup, peynir miktarını arttırırsanız çift kaşarlı tost elde edersiniz.

3) Sucuklu Tost



Dikkatli okurlar fark edeceklerdir, sucuklu tost'un ekmeği daha farklı. Ama siz isterseniz bu köşeleri oval ekmek yerine kare tost ekmeğinden de faydalanabilirsiniz. Paşa gönlünüz bilir.

Sucuklu tost'un kaşarlı tosttan iki temel farkı bulunur içinde peynir yerine sucuk bulunması ve fiyatının biraz daha pahalı olması. Genelde sucuklu tost 3 YTL'dir. Ama bu konuda Türkiye'de bir standart uygulama bulunmamaktadır. Bazen 2.5 YTL bazen de 3.5 YTL olabilir. Bu konuda coğrafi konum ve kullanılan malzemenin kalitesi belirleyicidir.

4) Kaşarlı Sucuklu Tost



Tost aleminde kaşarlı sucuklu tost bol malzeme kullanımı ile dikkat çekmektedir. Daha çok malzeme daha çok lezzet mantığı zaman zaman yolda kalsa da çoğu zaman tutarlı ve mantıklı bir görüştür. Kaşarlı tosttan farkı içinde bulundurduğu sucuk, sucuklu tosttan farkı ise içinde barındırdığı kaşardır. Tost ekmeklerinin oranı ise diğer tostlarda olduğu gibi gene 2'dir.

Bazı alternatif yapım şekilleri mevcuttur. Mesela yukarıdaki örnekte tost makinesi yerine ütü kullanımını görüyoruz. Tırtıklı ekmek sevmeyen, düz ekmek isteyenler için tercih nedeni olabilir. Üstelik buharda pişirme tekniğinin uygulandığı bir yemek olarak da görülmektedir.

5) Çift Kaşarlı Sucuklu Tost



Tostların kralıdır çift kaşarlı sucuklu tost. Hem bol peynir hem sucuk hem de 2 ekmekten oluşur. En değerli tosttur. Her yerde bulunmaz yani mönü de yazmaz ama siz isterseniz size yaparlar merak etmeyin. Yeter ki siz istemesini bilin, biraz maceracı olun, çift kaşarlı sucuklu tost olur mu demeyin.

Şakralarınız açık, Auranız lezzetle dolsun...

8/25/2008

Ofis Kahvaltısı

Bizim yazıhanede outlook'ta bir sorun var. Maillarım açılmıyor. Bu aradan istifade uzun süredir tüyü bitmemiş yetim bıraktığım blog'uma bir bakayım dedim.

Nicedir iş yerindeki salak kahvaltı ritüelinden bahsetmek istiyordum. Salt sigaraya altlık olsun, adet yerini bulsun, kahvaltı yaptın mı sorusu cevap bulsun diye yapılan kahvaltılar. Ofiste masa başında, kırıntıları döke saça, sallama çay ya da iğrenç nesgayfe eşliğinde yapılan (lüküs hayet modeli için bkz: cam şişede dimes) keyifsiz öğünler. Bu öğünlerde başrol oynayan katı yiyecekleri sırayla tanıyalım.Birincisi ve en önemlisi, yıllardır Levent Kırca ve türevi 60 IQ'lu skeçlerde memur tiplemesinin ana aksesuarı olmuş (evet ev kadınınkisi pazar filesi) simitten bahsediyorum. Simit ve sade karper olarak da genişleyebiliriz ama temelde karpersizde hayatta kalabildiğinden simiti biraz daha ön plana çekip bu tatsız kahvaltıların esas oğlanı yapmak istiyorum. Esas oğlan diyorum zira hepimizin kabul edeceği gibi simit erkektir yani das simit (what the f.ck is the smiths matey). Simitleri de kendi içinde pastane simiti ve sokak simiti olarak ikiye ayırabilir ve simit palaslar için bir iki dakikalık opsiyonel saygı duruşunda bulunabiliriz tabi bunlar hep izleyici takdiri. Ey uzun süredir kendime hasret bıraktığım okur, sizler benim velinimetimsiniz. Alkış alkış alkış alkış....


Dediğim ve sinir bozacak kadar uzattığım üzere simit benim uzun favori kahvaltılığımdır. Pazartesiden cumaya hergün tekrarlanan gereksiz sözde kahvaltı tasarısında sağ kolumdur, benim sol ayağımdır. Araya ne zeytin ne de karper alırım onunla başbaşa kalmayı tercih ederim. Ama neye çok gülüyorum biliyor musun sevgili okur, yeni modernize sokak simitçilerindeki maşa kullanımına. Maşayla alıp sarıyor hatta bazılarında ele takılmış el bonesi (ki kendisine kimi yörelerde şeffaf plastik eldiven de denir) bile mevcut. Hijyenden bone ve maşa anlayan bir nesil yetiştirdin sayın Dündar. Selam olsun size ve hodri meydan'dan arenaya uzanan araştırmacı gazeteciliğe..

Araştırmacı gazetecilik: Kamuda rüşvet ve boklu pastane üzerine yapılan, karton kapaklı daktilo edilmiş belgelere (belge = dosya kağıdı) dayalı bir tür paparazzi.

Vakit kaybetmeden devam ediyorum çünkü outlook sorunum çözüldü. Simitten sonra poğaça gelir. Önceleri simit vardı daha sonra poğaça bilinmek istedi. Boy boyladı soy soyladı.

Şeklen iki tip poğaça vardır. Birinci tip ve ikinci tip.

Birinci tip



İkinci Tip



Ey bloglarda poğaça tarifi ararken buraya düşen talihsiz okur artık sen de bu toprakların bir evladı sayılırsın, koynumuzda uyusunda büyüsün ninni...

Bir de üçüncü tip vardır ki onun fotoğrafını buraya koyamayacak kadar rahatsız oluyorum görüntüsünden, şayet onun fotosunu buraya koyarsam bir daha kendi blog'umu okuyamamaktan korkuyorum ki bir blog yazarının en büyük eğlencelerinden biri aylar ve hatta yıllar önce yazdıklarını okuyarak "zamanında ne salak şeyler yazmışım oysa şimdi ne kadar süperim" diyerek böbürlenmektir. Oysa bu yazdıklarının da üzerinden aylar yıllar geçtikten sonra ne kadar da salakmışım sözü az önceki satırda geçenler için sarf edilecektir lütfen sarf malzemelerini dikkatli kullanalım çevre kızıyor. O dehşet verici görüntünün sahibi neredeyse 3. bir tip poğaça olan sözde kahvaltılık ise börekçilerde satılan bol yağlı kabuk kabuk poğaçadır ki çay yerine soda ile tüketilmesi elzemdir şifadır. Şifa kelimesini çok seviyorum daha sık kullanmalıyım, maden suyu içenlere şifa olsun diyiniz.

Poğaça'nın ardından sevgili dostumuz açma ile kahvaltı mönümüze devam edelim.



Görüldüğü üzere pek de matah bir şey olmayan açma temelde bir emir gibi dursa da (o kapağı açma fena olur yoksa) aslında hiç de emir veren bir havası yoktur. Pastane kokar ve soğuyunca çok kötü olur. Diğer herşey gibi sıcakken yendiğinde çekilebilir ama soğukken çok nemruttur. Bunun da yağlısı beterdir sıcakken bile çekilmez bir de bu aralar gerçekten havalar çok sıcak.

Son olarak diğerlerinin yanında sönük kalsada tuzlu severlerin gözdesi çataldan bahsetmemek ayıp olur. Ben hiç sevmem kendisini ama sevenleri çok biliyorum daha underground bir kitle simit karper tayfasından değiller ya da poğaça mı açma mı rap mi metal mi tartışmalarından uzaktalar. Kendi hallerinde kötü ofis kahvaltılarını çatal ile yapıyorlar. Çatal yiyenlerin listesini açıklardım açıklamasına ama yargıya müdahele etmek istemiyorum ne de olsa zor zamanlardan geçiyoruz birlik ve beraberliğe her zamankinden çok ihtiyacımız var.



Eveeet gelelim ofis kahvaltısının sonuna. Afiyet olsun demeden önce sizlerin de kendi kendinize sorduğunuzdan emin olduğum bir soruyu müsadenizle ben de kendi kendime sormak istiyorum. Pekala bay/bayan ukala, sen kahvaltıda ne yiyorsun?

Gülücük, kahkaha, kahkaha... Ben mi ne yiyorum. Bunu bilemeyecek ne var? Elbette croissant ya da anlayacağınız şekilde söyliyelim kruvasan...

Hepimize yarasın...

5/25/2008

Dans Müziği Adadan Sorulur...

Northen Soul'un geri geleceğini hissediyorduk. Mark Ronson olsun, Andy Lewis'in milyor poundluk procesi olsun hatta en son müzik kanallarında dönüp duran hatta power fm'i bile kendine gedikli eden Franki Valli'nin Beggin'i olsun devran dönüyordu besbelli. İşte Donna Hightower'ın If you hold my hand'ine enfes bir çalım atmış Sonny_J ile dünya en r&b damarından vuruldu. Çok yaşa Northern Soul...

Sonny J : Handsfree (If You Hold My Hand)

5/24/2008

90 Dakika Playstation

Pazartesi günleri yıllardır izlediğim ve o günlerde televizyonda bu akşam ne var sorusuna cevaben söylediğin tek program "90 Dakika". Hıncal Uluç, Haşmet Babaoğlu, Kenan Onuk, Mehmet Demirkol, Fuat Akdağ, Mehmet Yılmaz... 1999'dan beri yaklaşık 9 sene geçmiş. Türk televizyonculuk tarihine bakınca neredeyse imkansıza yakın bir süre bir futbol programı için. İçinden ölümler, kavgalar, Hıncal'lar, Uluçlar geçen bir popüler kültür vakası demek yanlış olmayacaktır. Can Kozanoğlu "Bu maçı alıcaz! "ının son bölümünde sarı kırmızılı kaşkoldan ve değişen spor ve özelde futbol yazarlığından bahsediyordu. Artık değişen post İslam Çupi bir dönem başlıyordu. Özellikle football manager sevgisinin tabana yayılması, internet üzerinden çok daha geniş futbo bilgi ağlarına , istatistiklere ulaşılması ve belki de en önemlisi neredeyse tüm dünya liglerinden maçların pek çok kanaldan canlı ya da banttan yayınlanmasıyla bir nevi aydınlanma yaşandı. Zira tek kanallı devirde children of sanchez gazıyla başlayan avrupa'dan futbol mezalimi ile büyüdük pek çoğumuz.



Neyse 90 dakikadan fazla uzaklaşmadan cut the crap diyerek ilerliyorum. Geçen programda Mehmet Yılmaz -ki kendisi 8 senenin sonunda o programın başına Kenan Onuk'un vefatından sonra gelmiş en büyük kötülüktür- A milli futbol takımı kamplarında playstation'ın yasaklanması gerektiğini buyurdu. Azılı teknoloji düşmanı Hıncal Uluç Paşa'da kendisine hep destek tam destek verdi. Gerekçe şu: "şimdi bu çocuklar playstation'da onu çalımlayıp bunu çalımlayıp gol atıyorlar, gerçek hayatta da aynı şeyi yapmaya kalkarlar sonra da başarısız olurlar. En iyisi oyun konsolünün fişini çekmektir". Tahmin edeceğiniz gibi Mehmet Yılmaz denilen Fenerli kişinin "oyun konsülü" demesi Hümeyni'nin İznik konsülü demesi gibi bir şey. Yani oyun konsülü demedi elbette kendisi. Playstation dedi. Playstation'ın generic bir isim olmadığının Sony'in bir markası olduğunun bile farkında olmadan aslında suç işledi. Reklam yapıp durdu. Neyse bu önemli değil. Çeksin cezasını şayet Rtük o sırada başka bir şey izlememiş ve bunu yakalamışsa. Esas mesela profesyonel futbolcuların bilgisayar oyunlarının etkisinde kalabileceğini düşünecek kadar aymazlık içinde olması ve popüler kültürün bu kadar dışında olup popüler kültürün neredeyse elli senedir can damarı olan futbol oyuncularını anlayamamış olması. Haşmet Babaoğlu -ki kendisi yaşça olmasa da kafaca oldukça genç bir insan, zaman zaman denyoluklarına rağmen sanırım 9 senedir 90 dakikayı değil kendisini izliyorum pazartesileri- bu saplantılı saplamaya karşı çıktı. Yaş ortalaması 25 olan bir grup sağlıklı erkekğin dış çevresinden izole ederek bir kampa kapatıldığında en büyük eğlencelerinin playstation olacağını ve hatta daha da ileri giderek kamplarda playstation'ın yasaklakdığı takdirde bu genç erkeklerin futbol oynamaktan bile vz geçebileceklerini söyledi. Kendisine buradan selam ediyor ve pazenadam'ın ilgisi yazısını sevgilerimle yolluyorum.

5/19/2008

Yarın yeni bir gün, yarın başka bir gün

Herşeye eyvallah da bunu da mı görecektim? Yani görmemek için gözümü kapasam geçecek mi? Hayır geçmeyecek. Yarından itibaren 17 katlı binada sigara yasağı başlayacak. Sigara odasının yok oluşunu cuma akşamı buruk gözlerle izlemiştim. Bugün itibariyle yeşilay cuntası idareyi yurt sathında ele almış. Olsun ferman devletin cigaalar bizimdir. Pek çok tiryakinin bu yasak üzerine dediği gibi "Su yolunu bulur". Şimdi bir de büyük usta'ya -ki kendisine özendiğim için bir dönem paketlerce filtresiz pall mall içecek kadar deli ve devran olmuştum- bağlanalım. İşte nerede benim yazdıklarım nerede E.B.. Aslansın kaplansın diye quote ediyorum ve müsadenizle sigaramdan derin bir nefes çekiyorum.

1 Ocak 2008 itibariyle tütün yasağı, pek çok Avrupa şehrinin ardından, başta Paris olmak üzere bütün Fransız şehirlerinin üstüne bir kâbus olarak çökmüş durumda. Bilen biliyor, azılı tiryakilerdenim ben. Dolayısıyla, tepkilerimin ve yakınmalarımın nesnel bir biçimde değerlendirilmesi beklenemez. Kaç yıl oldu, beş mi on mu, “sigara içme hakkı”nı savunmamın bedeli çıkmıştı karşıma: En hafif zılgıt “Sizin gibi okumuş yazmış birine yakışıyor mu bu?” olduydu.

Böylesine kanlı konularda kimse aslında sizi dinlemeye, anlamaya yanaşmıyor, biliyorum; olsun, benim işim bu, sağırlara müzik, körlere resim, okuma yazma bilmeyenlere yazı yoluyla seslenmeyi sürdüreceğim.

Hemen belirtmeliyim: Kamuya açık, birbaşına ‘keyif’ işlevli sayılamayacak her yerde yasaklanmasını doğal karşılıyorum sigara içmenin. İçmeyenleri bütünüyle koruma altına alarak bir çözüm yolu bulunabiliyorsa, sözgelimi istasyonlarda ya da havaalanlarında, yalıtılmış bir kösede tüttürme salonları tesis edilebiliyorsa, biraz çaba gösterilebilir, diyorum. İsyerlerinde de. Tabiî, o mekânları birer işkence odası, birer tabutluk, birer gaz odası haline getirecek biçimde tasarlamak iş değil. Maşallah herşeyin daha lüksü, gelişkini, ferahı akıl ediliyor ve hayata geçiriliyor günümüzde, tüttürhaneler (bakın adı da hazır) neden adam gibi havalandırılmasın?

Belçikalılar bir ara çözüm bulmuşlar örneğin; belli koşulları yerine getirebilir kahve, bar ve lokantaların bir bölümünün tiryakilere açık biçimde düzenlenmesi demek olanaksız değil. Tütün düşmanları sanırım alkol düşmanlarından daha amansız ve hoşgörüsüz oluyor, sigara içmeyenleri hiçbir biçimde tehdit etmeyecek çözüm yollarını bile kabul edilmez buluyorlar. Bazılarının eski tiryakiler olduğunu özel hayatımdan biliyorum!

“Alışılır efendim.” Elbet alışılır. İnsanoğlu nelere alışıyor. Örneğin totaliter rejimlerde yaşamaya uyum gösterme konusunda da şaşkınlık uyandıracak ölçüde uyumlu olabiliyor. Ben, hâlâ, sigara içme yasağının, özellikle ‘keyif’ ağırlıklı mekânlarda, mutlak biçimde uygulanmasını despotizm kapsamında görüyorum. Kahve, bar ya da lokanta istasyon, hastane ya da bakanlık binası değil ki; kapısında “burada tüttürülür” yazan yerlere girmeyiverin, yanıbaşındaki, “burada asla tüttürülemez” yazanı tercih edin. Daha da ileri gideceğim: Bir kota uygulansın, dört keyif mekânından birinde tüttürme özgürlüğü olabilecek biçimde düzenlemeye başvurulsun
Gelgelelim, bağcıların dövülmesi yönünde niyetlenilmiş bir kere. Sigara üreticilerine hepten yasaklama neden getirilemiyor, apaçık açıklansa ya! Çünkü ikiyüzlü, yasakoyucular. Ve onların destekçisi duman düşmanları!

Şimdi veryansın edecektir kimileri, bunları söylüyorum diye. Bir de beni gabi sanarak sigaraya bağlı hastalık ve ölümlerin istatistik verilerini kafama vurmaya koyulmuyorlar mı, işte buna bayılıyorum. Yahu, sigaranın bize zararı yoktur diyen mi var? Pasif içicilerin korunmaları gerektiğine diklenen mi? Ayrıca, kızmak serbest, Le Monde gazetesinde yayımlanan yeni bir haberde yeralıyordu: İsyerlerinde sigara içme yasağının yerleşiklik kazanması, sağlık bütçesinde hâlâ milim oynamaya yol açmamış!

Kim söylüyordu geçenlerde, “paketin üzerinde ‘Sigara öldürür’ yazısını görünce içimden hemen bir tane yakmak geçiyor” diye, herhalde bir mizahçıydı. Öyle değil tabiî; gene de, gerçekte paketlerin üzerine “korkunun ecele faydası yok” yazmak en doğrusu. Tıpkı ecelin de korkuya faydasının olmadığı gibi.

Tütün düşmanlarının en ciddi zaafı, bunun bir kültür olduğunu görmemeleri, anlamamalarıdır. Köklü, zengin bir kültür. Törensi yanlarını, ritüellerini, eşya zenginliğini (Viyana Tütün Müzesi’ni görmediyseniz, hiçbir sey söyleyemezsiniz!), edebiyattan sinemaya dumanın yayılışını seyretmeyi hiçe sayanları ciddiye alabilir miyiz?

Sigara yasağı bakın sonunda nereye varacak: Özel timler oluşturup evleri basacak bu adamlar - siz daha abarttığımı düşünedurun!


E.B
NTV-MSNBC

5/06/2008

SERGE FOREVER



Çirkin olabilirsiniz, hatta çok çirkin de olabilirsiniz. Sarhoş olabilirsiniz hatta çok sarhoş da olabilirsiniz. Hayatınıza güzel kadınlar girmiş olabilir hatta hayatınıza çok güzel kadınlar girmiş de olabilir. Çok güzel şarkılar söylemiş olabilirsiniz hatta çok güzel kadınlara çok güzel şarkıları çok güzel söylemiş de olabilirsiniz. Pişman olabilirsiniz hatta çok pişman da olabilirsiniz. Kulaklarınız kepçe olabilir hatta kulaklarınız bazı ağızlara göre de olmayabilir. Canlı yayında Fransız Frangı yakmış olabilir (ha bu arada bir zamanlar Fransız Frangı vardı değil mi ne oldu Napolyon'a?), şarkılarınızı Biricik Bardot fazla müstehcen bulmuş ve söylememiş bile olabilir. Jane Birkin sizi terk etmiş olabilir. Harika bir kızınız olabilir. Siz de özde çok iyi biri bile olabilirsiniz. Hatta tüm bunları epi topu 60 küsür seneye sığdırmış olabilirsiniz ama söyler misiniz lütfen Serge olabilir misiniz?

Sigarayı ezerek içenler adına tüm zamanların en güzel cover'ları ve kendi sesinden Monsieur Gainsbourg...

5/05/2008

Revolution In Apt. 29



We're having a revolution
In apartment 29
Someone brought bazookas
Someone's chilling wine
We're having a revolution
We meet on tuesday nights
We're rapping out our strategy
We're hot-to-trotskyites
We got the propaganda
We got the plans and the maps
We'll write a manifesto
Just after chips and pesto

And sleep on the railroad tracks.

We got your infiltrators, perpetrators,
Skinheads, pinheads, commie creeps
Infants and seniors and the nouveau riche
The homeless and the combless
And the chicks from the beach.

We got the software and the hardware,
We got the codes and the keys.
And the beer is imported,
We refuse to be thwarted
Gonna bring the man down to his knees
Gonna bring the man down to his knees
We gonna do what we fucking please.

We're having a revolution
Across all party lines.
We got more problems than solutions
But no one seems to mind.

We're having a revolution
In apartment 29
Reciting Marx and Lenin
And squeezing up the limes

We're having a revolution
And we're having it right now
There may be blood and bullets....

5/01/2008

Alan Fetişizm'i Değil Alan Faşizmi

Şişli Ergenekon Caddesinden dışarı çıkamadık. Gaz üstüne gaz. Umarım kendi gazlarını almışlardır. Ama olsun bize "Her Yer Taksim"...

4/29/2008

1 MAYIS 2008 TAKSİMDE BULUŞALIM




Kemal Sunal bile Taksim'e yürürken siz ev-iş-okul üçgeninde mi takılacaksınız? Haydi hep beraber yürüyelim.

4/27/2008

Maç Başlayana Kadar Moloko...

Ölene kadar mokoko diye saçma sapan bir fıkra vardı, sonra o fıkranın sözde güldürücü kısmına vurgu yaptığına inanmak istediğim oysa bildiğiniz süt Moloko çıktı. İyi ki de çıktı. Her ne kadar ilk albümleri çok kötü olsa da (sıkıysa kendin yap kayipcinnet) sonraları dinlemekten ve eşlik etmekten utanç duymayacağım bir dans grubunun illa ki gene adadan çıkması bir tür "aranan kan bulundu anonsu" oldu. Yıllar önce pazenadam'la, bizim evin holünde İngiltere'den getirdiğim şişme koltuğu (son gördüğümde şişme kavuna dönmüştü) son derece patetik bir el pompası ile vardiyalı olarak şişirmeye çalıştığımız terli bir yaz günü (what a gay scene) gene fonda o meşhum Moloko bize gaz veriyordu. Bundan yaklaşık 5 kollektif yaz evvelimize damga vuran Moloko'yu seviyor ve Galatarasay'dan Fener'e koymasını bekliyorum.

Saygılarımla



England Made Me...


1) It's my primary instinct to protect the child.
2) People love mystery.
3) New baby boom, starts today.
4) It's only the end of the world not a death in the family.
5) In an ideal home, there's never an awkward silence.
6) Life is unfair, kill yourself or get over it.
7) National hysteria, a final warning.
8) No pop no style, i strictly roots.
9) "We don't like you, go away - we're swinging"
10) Born into money it's not a crime, you can fool the people all the time.
11) Close the windows, draw the blinds i can't stand it if the sun shines on sunday.

P.S: Amerikan baskıyı koydum, 3 bonus track with love from me to you...

4/21/2008

Blöfçünün Film Rehberi - Le Charme Discret de la Bourgeoisie

Kelepir'in özellikle bizim kuşak için ne kadar dostane bir hatıra olduğunu tekrar tekrar tekrarlayabilirim. Zira envai çeşit 6.45 metninden , Afa'lara, Hesse'lerden Douglas Adams'lara hatta Rama serisine hep onun üzerinden eriştik. Ucuz yollu ama doyurucu. Her ne kadar şimdi yapacağım örnekleme çok avam duracaksa da "Esnaf lokantası" tribi bir nevi. Kelepir seanslarımızda tanıştığımız bir başka seri de Blöfçü rehberleriydi (Bluffer's guide). Blöfçünün caz rehberinden , postmodernizm rehberine kadar envai çeşit mizah duygusu haddinden fazla gelişmiş, kinik ve hikmetinden sual olunmaz kesin ve doğru yargılar barındıran setlerdi. İşte sinema hakkındaki kıçımdan kıl aldırmayan pek çok yorumumu da bu blöfçü tarzıma borçluyum. Neyse yaş bir noktadan sonra giderek kemale ermeye başlayınca eh iyisi mi ben bunları bir izleyeyim havasına girdim. Birer ikişer kafamdaki listeye göre de ilerliyorum. Son dönemde vizyon filmi izlemedim desem yeridir. "Paris Texas"'la başlayan bu seriyi "Guguk Kuşu" , "Kızgın Damdaki Kedi" , "Aşk Zamanı" ve en son bu yazıya birazdan meze olacak "Burjuvazinin Gizli Çekiciliği" ile ağır aksak ilerletiyorum. sırada "Tatlı Hayat" ve "Kieslowski'nin üç renk serisi" var. Koca bir neyse ile bu kişisel çok entelim propaganda paragrafını sonlandırayım nokta

Şimdi benden ne yazmamı bekliyorsunuz burjuvazinin gizli çekiciliğini mi? Gidin filmi izleyin. Yok izleyemem hacım sen bana bir özet cümle ver benden ondan çeşitleme yaparım derseniz, birbirleriyle bir türlü sevişemeyen, ortak rüyalar gören, biraz aklı evvel, narkotik bir burjuva grubunun hiç yenemeyen yemeklerinin
tekrarlara dayalı yaşamı ya da ölümü. Hadi bakalım blöfçüler şimdi tüm dünyaya yayılın ve ele geçirin...

4/14/2008

Pis Kaka Bok

Herşey zıvanadan çıkarken kimse aldırış etmedi değil mi Bateman? Aynen buddy. Boşver ya herşey bombok olsa da iyi ki müzik var.

Pete & Jack 1

2. dünya savaşı her ne kadar filmlerden çok şık bir savaşmış gibi gözükse de aslında zaten tümü boktan olan savaşların en boktanlarından biriydi. Her ne kadar savaşın pasifikten atlantiğe avrupadan afrikaya kadar pek çok cephede insanlar birbirilerini ne için olduğunu tam olarak da bilmeden keserlerken iki ülke özellikle öne çıkıyordu. İngiltere ve Almanya. Naziler ve bizim çocuklar. Almanlar Darth Vader , İngilizler Obi van Kenobi gibiydi. Yıllar sonra George Lucas, Star Wars evrenini yaratırken ikinci dünya savaşının etinden sütünden ve özellikle de popüler kültürdeki tüm mitlerinden yararlanmıştı (Storm Troopers vs. SS). Neyse konumuz bu değil zaten. Konumuz bundan bir on yıl kadar sonrası. Ama zamanda on yıl ileri gitmeden ikinci dünya savaşını iyice sonuçlandıralım. Sonuçta ne oldu? Almanlar yenildi. Japonlar ve İtalyanlar'da yenildi ama esas Almanlar yenildi. Her ne kadar kafalarına atom bombası yemedilerse de ülkeleri işgal edildi, şehirlerinde bir tek sağlam bina kalmadı ve zamanın durduğu anı yaşadılar. Hak ettiler mi? Yani Hitler'i başlarında tutarak belki de aman neyse bu da konumuz değil. Anlaştık ama değil mi Almanlar yenildi. Diğer tarafta ne oldu? İngilizler kazandı. Almanlardan sonra Avrupa'da en çok hayatı sikilen ülke de İngiltere olmuştur herhalde. Sir W.C ve ülkesi katıldıkları ikinci dünya savaşını da kazandılar. Adalarını korumuşlardı. Ama savaşın esas kazanını uzaklardan bir yerlerden gelen bir kıtanın yarısına konuşlanmış Amerika Birleşik Devletleri olmuştu. Yani savaşın katılımcısı bile değillerdi ta ki Japonlara kızana dek. O zamana kadar kültürel olarak ancak kötü bir Avrupa taklidi olmuşlardı, dünya üzerinde kendi tarihleri olmayan ama kendilerine yavaş yavaş tarih yazmaya başlayan abaza bir ergen gibiydiler. İşte ikinci dünya savaşı onlara tarihsel olarak geçerli bir gurur sundu. Uzaklardan geldiler ve sadece Alman'ları değil aynı Japon'ları ve İtalyan'ları da yendiler. Avrupa'yı kültürel olarak işgal etmeye başladılar. Coca Cola, Jazz, Blues, Blue Jeans and Blue Suede Shoes. British Invasion'dan önce hakiki bir American Invasion olduğunu pop müzik tarihi yazmaktadır ama bu isimle değil, Rock'n Roll adı altında ve bu çok daha uzun soluklu ve hala daha süren etkili bir işgaldi.



Şimdi on sene sonrasına geçebiliriz. İngiltere sadece futbolun değil aynı zamanda sanayi devriminin de beşiği olduğu için sınıf çatışması bol bir ülkeydi. -Di diyorum taa ki orospu Margaret'a kadar. Bu da bu dönemden yaklaşık on ya da on beş sene sonrasının konusu (biri punk dedi sanırım?). Her ne kadar bir Hindistan olmasa da kast sistemine yakın keskin bir ayrımcılık vardı ya da -dı demeyelim elbette hala var ama insanların mavi ve beyaz yaka olarak ayrıldıkları günümüzden yaklaşık 40 sene öncesinden bahsediyoruz. Kömürün hala önemli bir enerji kaynağı olduğu, terli erkeklerin fabrikalarda çalıştığı ve Asya kaplanlarının henüz çimenlerde kendi çüklerini yaladıkları bir dönemden yani fabrikaların batı'da olduğu bir zamandan. Şimdi Selim Naşit'in dediği gibi "bir de gözlerini kapatarak" canlandırın; babanız ya da ailenizden birileri İkinci Dünya savaşında kafasına bomba düşerek ya da cephede ne için olduğunu bilmeden (bkz: özgürlük) ölmüş ya da sakat kalmış, siz çocukluğunuzu siren sesleri ve açlıkla geçirmişsiniz, tarih kitapları birkaç on sene öncesine kadar koskoca bir imparatorluk olduğunuzu yazıyor, son otuz sene içinde en büyüğünden iki dünya savaşında tam on sene harcamış bir ceddin ahvalisiniz, Nazileri (ki dünya üzerindeki tüm kötülüklerin bir şekilde yek vücudda toplanmış hali) yenmişsiniz ama tüm ekonominiz çökmüş, işsizlik ve sefalet içindesiniz, bir şekilde kendinizi toplamaya çalışıyorsunuz ama çok da yorgunsunuz ve hepsine ek olarak nüfus olarak da ciddi bir şekilde azalmışsınız. Tony Wilson'ın pop müzik için verdiği birinin içinden geçen paraboller örneği tam da bu noktada işimize yarayabilir sanırım. İşte size popüler kültürün bir daha asla eskisi gibi olmayacağına dair sağlam bir temel. Bir şeyler değişecek ve bunu da savaşa gitmemiş ama savaş anılarıyla büyümüş, savaş sonrası inceden Mad Max ortamını teneffüs ederek büyümüş, zafer kazanmış babalarının uyumsuz oğulları gerçekleştirecekti.

The Beatles, The Rolling Stones, The Kinks ve The Who. Her ne kadar aralarına Herman'ın Hermitlerinden, Hayvanlara, Troglardan, Zombilere kadar envai çeşit yarı otomatik silah eklenebilse de mahşerin dört atlısı bunlardı.



Bunların hepsini biliyoruz zaten kes martavalı ukala diyorsanız ki demek de haklısınız özellikle the beatles antolojileri ile başlayan yeni binyılda brit pazarına fazlasıyla nur yağdı ve bu "big four" hak ettikleri saygıyı tekrar tekrar kazandılar ama başlıkta da biraz çaktırmaya çalıştığım tuhaf milliyetçi duruş nedense herkes tarafından kabul edildi. Yani bahsettiğim national front, hooligan bir milliyetçilik değil ama şu var ki union jack'i bir tür popüler kültür ikonu haline getiren bir vatanpervetlik.



Şimdi geldiğim noktada bunu yazmaktan gerçekten hem sıkıldım hem de yoruldum. Save edip bir köşeye de atmak istemiyorum. Tek yapabileceğim şey başlığa bir "1" eklemek. Kısa sürede bunun devamını yazıp sanal mastürbasyonumu bitirebilmek. Hayırlı bayramlar, küçüklerin gözlerinden büyüklerin kulaklarından öperim.

4/01/2008

Beast

Taş gibi bir adamım ben. Kendime hakim olmasını bilirim. Yılların deneyimi, yeteneğimin takdir edilmesi, bütün geleceğim risk altındaydı; yine de hiç belli etmedim.
"Ben bir hayvan sanatçısıyım." dedim
"Ne yaparsın yani?" diye sordu müdür.
"Kuş sesi çıkarırım."
"Üzgünüm, ama bunun modası çoktan geçti!.." dedi eliyle işaret ederek.
"Modası mı geçti? Nasıl olur? Bir kumrunun ötüşünün ; serçenin, bıldırcının, bülbülün şakıyışının, martının çığlığının; tarlakuşunun ezgileri?.."
"Banal," dedi müdür dudak bükerek.
Bu beni çok yaraladı ama hissettirmedim.
"Peki o zaman" dedim nazikçe. Arkamı döndüm, açık pencereden uçup gittim.
.....................................................................................

Sonraları kuşun teki kendine kafes aramaya çıkmış ama bu başka bir hikaye...


Vincent Vincent and the Villains - Beast.mp3

3/31/2008

Paris Texas, Mardin Münih Hattı

Elimizdeki verileri baştan gözden geçirelim:

1) Şu ana kadar çekilmiş film sayısı: ÇOK
2) Şu ana kadar yazılmış kitap sayısı: ÇOK
3) Şu ana kadar kaydedilmiş albüm sayısı: ÇOK
4) Ortalama insanın yaşam süresi: SINIRLI
5) Ortalama bir insanın ilk 3 madde de sayılan film,kitap ve albümlerin kayda değer bir kısmını izleme, okuma, dinleme imkanı: YOK

Sonuç: Her Eco.101 dersi almış kişinin de bildiği gibi ekonomi derler sosyal fahişe kıt kaynakların etkin kullanımından ibarettir.

Buradan hareketle yapılacak en verimli iş seçmeler halinde ya da özetler halinde dokulabileceğin kadar çoğuna dokunmaktır (burada dokunmak eylemi izlemek,okumak ve dinlemek sırasıyla 3 fiili kapsayacak şekilde yeniden düzenlenmiştir)

Wim Wenders derler yönetmen son tahlilde bir Alman'dır. Bowie'nin de Alman olanı makbuldür fakat gelin görün ki Wenders ve Bowie'nin ortak noktaları kaç tanedir tam emin değilim. Özde ikisi de kıyak heriflerdir. Bu da yeterli. Sam Shepard derler soyadı komik insan da en ulusalcı bakış açısıyla ( bu paragrafın başındaki tahlil tahlili de ulusalcı bir tahlille tahlil edilmiştir, dileyenler bu yazıyı bu noktada tahliye edebilirler. Lütfen panik yapmayın. Koşmadan, seri adımlarla kümeler halinde sayfayı terk ediniz, insan felaket anında da insandır, insanca davranın, insan olun. ) Amerikalı'dır. Bir Alman'la bir Amerikalı'ya bir de Nastassja Kinski ekleyince ne oluyor dersiniz? İşte buyrun size Paris Texas. Aslında bu soruya ikinci dünya savaşı cevabını verenler hakkaniyetli bir mansiyon ödülünü hak ediyorlar onları da önemsiyor, hep ve tam destek veriyorum.



Bu gereksiz girizgahın ardından varacağım noktada öncelikle Selim Işık'la çok kısa bir sohbetin gerekli olduğu kanısındayım zira bu sohbet bize bu yazının bekası için gerekli doneleri sağlayacaktır (süper bir cümle oldu lütfen aranızda tartışınız sevgili öğrenciler). Selim Işık ilgili romanın ilgili yerinde ilgili kadınla tartışınca hayata dair pek çok ilgiliyi içinde barındıran ilgili tespiti yapar: "Her ne zaman ki bir ilişkide ilk kavganı ediyorsun o zaman bitireceksin bu işi. Uzattın mı başına gelecek her bokun müsebbibi sen olursun hacı.." Şimdi düşünelim; Selim Işık kendi içinde tutarlı bir deli olabilir ama bu onun deli olduğu gerçeğini değiştirmez. Yani Selim Işık delidir ve bir deli olarak hatırlanacaktır. Tamam sağlam bir roman karakteridir ve çok sıkıcı bir adam olmasına karşın kendince bir mizah duygusu vardır ama tekrar tekrar tekrar ediyorum ki Selim Işık eninde sonunda bir delidir. Bir delinin ipiyle kuyuya inmek mi? İşte bu sizin bileceğiniz iş. Ama şunu siz de ben de biliyoruz ki Travis'de delidir. Travis mi kim? Bence daha fazla film izleyin.

Ne Wim Wenders'ın ne de Sam Shepard'ın Selim Işık ya da onun babası Oğuz Atay'ı tanıdıklarını sanmıyorum. Onlar ki Turgut Özben'i bile tanımazlar ama Ankaralı Metin'e aşina olduklarına ve Solomon the Spear dediğimizde suratlarında bir tebessüm yaratabileceğimizi düşünüyorum. Ama şurası kesin ki Selim Işık'ı şahsen yahut ismen tanımamanız onun fikirlerini paylaşmayacağız anlamına gelmiyor. En azından kısmen...



Paris - Texas, harika bir yol filmi olarak başlayan zamanla Hallmark sümüklü aile filmine direksiyon kıran (bakın yol filmiyle direksiyon kelimeleri mutlak surette aynı cümlede en az bir kez geçmeliydi, bu başarımdan dolayı kendimi tebrik etmek istiyorum ve hiç de alçak gönüllü değilim. İnsan felaket anında bile başarılarının takdir edilmesini isteyendir.) ama sonunda insanı bok gibi ortada bırakan bir tecrübe (Sn. Alin Taşçiyan nasılsınız?)

Paris - Texas benim için yıllardır izlenmemiş ve bu yüzden de türlü kereler izledim blöfü gösterilerek (ama çok detay vermeksizin, kaldı ki içinden Nastasya geçiyor ve -Keh keh keh Nastasya'da ne güzeldir bu filmde- repliği her zaman ikinci bir kahveye insanı hazırlıyor) dünya üzerindeki 30. seneme yaklaştığım bu kutlu günlerde üçle başlayan iki haneli yaşlarıma girmeden izlediğim bir film olarak bu yazının başında belirttiğim 5 maddelik us yürütümünde 1. maddeden kendini azat etmiş oldu.

Şimdi 5 maddelik bir tümden gelirim tüme varırım türküsüyle başladığımız bu keep on bloggin yazısına filmden elde edilen bulguları sıralayarak son verelim. Sizin de daha fazla zamanınızı almayalım es kaza buraya düşmüş sevgili okurlar.

a) Genç kadın delikanlıyı bozar.
b) "a" maddesinde bahsi geçen genç kadın Nastassja Kinski ise delikanlı sadece bozulmakla kalmaz çöl-kutup ayısı-bedevi üçgeninde kendine rezerve bir masa bulur.
c) Abi kardeş ilişkisi kıyak bir ilişkidir ama fransız görümce sinir bozucu olabilir.
d) Baba oğul ilişkisi de kıyak bir ilişkidir annenizin Nastassja Kinski olmaması kaydıyla.
e) Walkie Talkie oyuncak değildir. Oyuncak gibi gözükse de ondan çok daha fazlasıdır.
f) Uçaklar çok ses çıkarır.
g) 4 yaş bir oğlan çocuğunun ömrünün neredeyse yarısıdır. "Half of a boy's life" güzel bir tabir.
h) Nastassja Kinski.
i) Travis Selim Işık değildir. Ama çok benzerler.

3/22/2008

Cuma

Doluya koyuyorsun almıyor, boşa koyuyorsun dolmuyor. Bu şarkılarla cuma ertesine dönüyor. Kafam her zamankinden çok zonkluyor.

3/12/2008

Oysa Uyumak İstiyordum...

Uyku biraz uyku bütün istediğim vicar in a tutu desem benim için bile fazla acaip olacak... Bir salı gecesi de böyle geçti.. İki masa arasında gelgit.. Sonuç ektedir..

Saygılarımla

Ps: Tam enter'a basıp da yüzümü yatağa döndüğümde duyduğum ses bu playlist'in "oysa uyumak istiyordum" başlığını ne yazık ki fazlasıyla haklı çıkardı. Kan, revan, ambulans, dikiş, çok fazla sigara, para, pul, daha fazla kan ve göz yaşı. Sonuç Douglas Adams'ı yine haklı çıkardı: Dünya çoğunlukla zararsız bir yer...

2/19/2008

Hint Mezalimi...

Video killed the radio star mı? Sanmıyorum...

2/18/2008

Örovizyon Hatıratı...

Müzikal anlamda milli inadımızın 2008 yılında mor ve köşesi tarafından sürdüleceğini duymak bir kez daha neşemi yerine getirdi. Daha zaman var ama şimdiden örovizyon anılarını re aktive etmek lazım. Milyonlarca "opera", "halley" , "neco" ve "bana bana" geyiğinden ziyade gerçekten eli yüzü düzgün birkaç pop şarkısınında bu yoldan geçtiğini hatırlamak lazım. Son derece kişisel 5 örovizyon şarkım:

5) Ding-a-dong (Teach-in - Hollanda (namı diğer nederland) )


4) A-Ba-Ni-Bi (Izhar Cohen and The Alphabeta - İsrail)


3) Puppet On A String - (Sandie Shaw - İngiltere)


2) Tu Te Reconnaîtras - (Anne Marie David - Lüksemburg dö puan)


1) Aslında bunu söylemek bile abes elbette içinden Serge geçen şarkısı ve tüm güzelliğiyle France Gall ve Poupée de cire, poupée de son


Bonus Track:

2/12/2008

Bir nevi Endi ve Pol..



GOD SAVE NORTHERN SOUL!!!!


11 parça tekmili birden milyar papellik proje...



Box.net sağ olsun parça başı çalışmak adetim değildir , buyrun burdan delirin...

1/28/2008

Truva Atından Kültür



Eninde sonunda bir kamyondan geliyor bu truva atı hikayesi. Hangi truva mı? Trojan Records. Hangi adamın kamyonu mu? Duke Reid. Hal böyle olunca trojan records'un Pop müzik üzerindeki etkisinin Çanakkaleli Truva atından çok daha büyük olduğunu kabul etmemiz gerek. Devir değişti, Trojan'da değişti ama kökler hala sapasağlam yerinde duruyor. Gerçi bu truvalılar 40 şarkıdan aşağısına toplama yapmazlar ama buyrun buradan yakın Babil'i..

1/25/2008

Bir Çanta Dolusu Fred Perry


Bir çanta dolusu Fred Perry olunca söz konusu bunu kutlamak için kendi çapında bir party yapmak lazım. Kayıpcinnet gururla sunar, Mod olmaktan gurur duymak için 15 sebep.

1/23/2008

Çarşamba Sıkıntısı


Ofiste çarşamba sıkıntısı. Haftanın ortası. Ne haftasonu ne haftabaşı. Tam arası. 9'dan 6'ya vakit öldürmece. Beyaz yakanın dramı. Ve Kurt Vonnegut'un mezar taşında yazmasını istediği gibi iyi ki müzik var.
Karşınızda yarı resmi çarşamba playlist'i...

1/22/2008

Hatasız Version


Mark Ronson son zamanlarda sahalarda görmek istediğimiz hareketler yapıyor. Amy Winehouse ile yaptığı the zutons güzellemesi Valerie, Bob Dylan'a en güzelinden çektiği "most likely sen yoluna ben yoluma" hareketi ya da Lily Allen'la Allah yarattı demeden attırdığı "Oh my God". Şimdilerde Robbie Williams'la bir işler peşindeymiş. Heyecanla bekliyoruz. Buyrun 2. albümü Version'u aşağıya kopyaladım pastaladım dinleyiverin gari...

1/07/2008

Lee Moses derler bir dev adam

1967 yazı başından ve içinden geçen pek çok başka enfes şeyle cayır cayır yanan bir mevsim olmasının yanında Lee Moses'ın Time and Place albümünü yayınlaması ile fokurdamaya devam etmiş. Lee Moses derler kükreyen kara panter hakkında pek fazla kaynak yok elimizde. Colin Dilnot bize kısa ama faydalı bir av izleği çıkarmış. Kısa ama vurucu külliyatının peşine düşmek artık bu alevli kardeşin sesine vurulanların bileceği iş.

Youkali Adası

Kurt Weill'in eylül şarkıları tribute'unu şayet sadece Nick Cave'in mack the knife'ı ve Polly Jean'in asker karısının ağıdı için dinlerseniz hayatınız eksik kalır. Esas Youkali adasına gitmeli ve bir süre kalmalısınız. Bay Strummer "let nina simone rule the world" diye anons etmişti "to love somebody"i bense aynısını Teresa Stratas için söyleceğim müsadenizle; Teresa haydi bizim için söyle:

Meat is Murder, Gene is Selfish

Her ne kadar kebaba, köfteye dünya üzerindeki tüm ideolojilerden daha çok inanıyor olsam ve et yoksa beni saymayın desem bile aşağıdaki "türcülük" tanımını göz ardı etmek mümkün değil:



"Kişinin kendi türünün üyelerinin başka türlerin üyelerine kıyasla özel ahlaksal değer hak ettikleri duygusu eski ve derindir. Savaş zamanı dışında, insan öldürmek genelde işlenebilecek en ciddi suçtur. Bizim kültürümüzde daha da şiddetle yasaklanmış bir şey var; o da insan yemek (ölmüş bile olsalar). Bununla birlikte, başka türlerin üyelerini yemekten hoşlanıyoruz. Birçoğumuz, canilere bile ölüm cezası uygulanması düşüncesinden iğrenirler. Öte yandan da, ılımlı "hayvan zararlılarının" yargılanmadan vurulmasını neşeyle desteklerler. Aslında, diğer zararsız türlerin üyelerini zevk ve eğlence için öldürürüz. İnsansı duyguları bir amipten daha fazla olmayan bir insan dölütü, yetişkin bir şempanzeye gösterilenden çok daha ileri bir saygı ve koruma altındadır. Yine de, şempanzenin duyguları vardır, düşünür ve -son deneysel kanıtlara göre- bir çeşit insan dilini öğrenebilir. Dölüt ise kendi türümüze aittir ve bu nedenle anında özel hakve ayrıcalıklarla donatılır. Richard Ryder'in kullandığı "türcülük" etiği, "ırkçılık"dan daha güçlü bir mantıksal temele oturtulabilir mi, bilemiyorum. Bildiğim evrimsel biyolojide doğru temeller bulamayacağı."
Richard Dawkins...