Alay etmek: Bir kimsenin, bir şeyin, bir durumun, gülünç, kusurlu, eksik vb. yönlerini küçümseyerek eğlence konusu yapmak. "Mahmure abla, Süleyman ağanın üç karılı olduğunu nasılsa öğrenmiş, onunla alay eder dururdu."- H. E. Adıvar.
Müstehzi: Alaycı. "Dans edenlerin dansını beğenmiyormuş gibi müstehzi bir ağız çarpıklığıyla dudaklarını kıvırıyordu."- Ç. Altan.
Sarcasm: from Greek σαρκασμός (sarkasmos), 'mockery, sarcasm' is sneering, jesting, or mocking at a person, situation or thing. It is strongly associated with irony, with some definitions classifying it as a type of verbal irony intended to insult or wound. "The last refuge of modest and chaste-souled people when the privacy of their soul is coarsely and intrusively invaded."- Fyodor Dostoyevsky
Sevgili Çetin Altan, muhterem Fyodor ve zavallı H.E.Almadovar'ı naftalinleyelim. Şimdi hızlandırılmış kur başlıyor. İzleyelim. İzlerken içimizden şöyle bir tekerleme söyleyelim: A dreaded sunny day So I meet you at the cemetery gates Keats and Yeats are on your side While Wilde is on mine
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde birkaç kuşak, David Lynch filmlerini izleyerek şimdilerde çoluk hatta çocuğa karıştı. Wild at Heart'ı 1990 yılında, Lost Highway'i 1997'de, Mulholland Drive'da 2001'de sinemada izleyenler zamanında bir şekilde Star TV'de "ikiz tepeler"i de izlediklerinden nicedir kabuslarında cüceler görüyorlardı. En son 2001 yılında bu kabuslara silencio eklendi. Düşününce gerek seksenler gerekse doksanlar yeterince sancılıydı. Bu zor zamanlarda hayatımıza giren Lynch efendi de işimizi hiç ama hiç kolaylaştırmadı. Kesik kulaklardan sado mazo ilişkilere giden yolu ilk onun üzerinden öğrendik diyebilirim. Ama Lynch'in üzerimizdeki en büyük etkisi tüm filmlerinden etkilenmemiz ama onlardan hiçbir şey anlamamızdı. Filmleri bir noktaya kadar gayet güzel anlıyor, en azından takip edebiliyor ama o kırılma anında ne oluyorsa oluyor ve darmadağın oluyorduk. Filmin geri kalanı Bienal'de tuhaf plastik heykeller izlemek gibi bir şey haline geliyordu. Tamam çok güzel görüntüler, sinematografik (breh breh brecht lafa bak) açıdan en dingil sinema izleyicisine bile fantastik gelen sahneler vardı. Herşey alabildiğine cool'du ve kuşaklar boyu çeşitli üniversite kantinlerinde "Abi Lynch'in X'inde bir Y var ya aynen onun gibi işte delice ya" bu tip geyiklerin fikir babalığını yaptı. Tüm bu görsellik, sürreal ama inceden mainstream bir sürrealite içinde saçma sapan olay kurguları insanları Lynch ile kafayı kırmaya, filmler üzerine türlü alt okumalara itti. Yok aslında adam orada kaybolmuyordu da o aslında onun altbenliğiydi. Aslında fil adam tütün rekoltesindeki düşüklüğü sembolize ediyordu. Silencio'da susma sustukça sıra sana girecek anlamındaydı, İkiz tepeler ise Japonya'daki deflasyonun habercisiydi (cüce hesabı şşş). Yok yani Lynch filmlerini anlamak için izlemek beyhude bir çaba. İyi vakit de geçirmeyeceksiniz hatta sonunda beyninizde filler itişmiş gibi gelecek ve bundan rahatsız olacaksınız. Dvd'de izlemeye kalktığınızda gene iyisiniz, filmi zaman zaman durdurun, kendinize bir çay koyun, bira için, sevgilinizleyseniz sevişin, Tekken oynayın, tırnaklarınızı kesin bir şeyler yapın işte kafanızdaki fillerin itişmesine izin vermeyin, filme de ara ara bakın. Yok ama sinemadaysanız buna bile bile lades denir. Evet evet lades. En son ne zaman lades oynadığınızı da düşünebilirsiniz dvd'de lynch cezası çekerken. Ya da evrensel lades tekerlemesini hatırlamaya çalışabilir ve bu tekerlemeden bir lynch senaryosu çıkarabilirsiniz. Tamam çıkaramazsınız o kadar da değil. Neyse sinema salonuna geri dönelim. Lynch'i karanlık bir sinema salonunda izlemek. Evet düşününce bile tüylerim ürperdi. Uykunuz varsa şanslısınız peki ya yoksa. Ya da filmin ilk 10 dakikasındaki o cazibeye kapılıp da "aaa süper lan, şimdiye kadar herşeyi anladım, herhalde o zamanlar çok küçüktüm de kafam basmıyordu" moduna girdiyseniz artık daha fazlasını okumayın, sizi de kaybettik. 10 dakikadan sonra gözlerin boşboş perdeye bakması, her halinden kafatasının içindeki binlerce soru işaretinin görülebilmesi (Ya tamam da şimdi o kadın ne ki? Yani adamla sevişiyorlar sonra kadın diğer herifin yanında uyanıyor ama adam rüya görmüyor? Hadi onu geç yerdeki mandala yakın plan giriyor ya hani kırmızı olan abi şimdi o neydi ki?) kendini salak ve değersiz hissetmesi, o eziklik, salona girerken ki güvenden eser kalmaması vs vs vs. Aslında bir de şu açıdan bakmak lazım Lynch'in The Straight Story'si izlendiğinde gerekirse adamımızın ne kadar da "düz" bir hikaye çekebileceği de anlaşılıyor. Ama bu Hallmark kategorisi filmin sadece "bunu da yaparım şerefsizler"den öte bir anlam taşımadığını David Bey'de biz sefil izleyicileri de biliyoruz. Tüm bunları neden yazdım? Dün Mulholland Drive'ın bir kısmını yeniden izledim. Ve o "Harika ilk anladığım gerçek Lynch filmi bu olacak" diye düşünüp kendimi zeki sandığım patetik dakikaları yeniden hatırladım. Heyhat ne safmışım!!! Silencio ve sonrası kopar...
Başlığa bakıp aldanmayın, bu Cezmi Ersöz, Tuna Kiremitçi ve Kürşat Başar'ın ortaklaşa yazdıkları bir aşk romanı değil. Bu yazı en yalın anlamıyla dünyanın en güzel şarkısı üzerine. Elbette sanat derler mutlak tanımı bile şüpheli (en azından yüzyıllardır tartışmalı) konuda beğenilerin, "en"lerin tartışalamayacağını, tartışılsa bile kimseyi ikna edemeyeceğini gayet iyi biliyorum. Zaten burası da son derece kişisel bir sanal mental mastürbasyon alanı olduğuna göre haliyle bu uzun girizgahı bitirip dilim yettiğince bahsedeceğim "dünyanın en güzel şarkısı" da benim için dünyanın en güzel şarkısı olacaktır. İlkokul 3 kompozisyonu gibi başladığımızın farkındayım dilerseniz internette çok daha yaratıcı ya da çok daha faydalı şeyler bulabilirsiniz. Ama yok burada keyfim yerinde ve google'a ya da stumbleupon benzeri çok süper web sitesi bulma aparatına dönmek için çok yorgunum diyorsanız bunu bir nevi köprüden önce son çıkış uyarısı olarak kabul edin. Yasal bir uyarı değil ama yine de en azından kullanma kılavuzunun bu tek maddesini sonuna kadar okuduğunuz için uygar dünya adına teşekkür ederim. bu paragrafın son cümlesi nokta
Benim için dünyanın en güzel şarkısı eskiden ortalama bir ya da iki senede bir değişirdi. Şimdilerde her ay değişiyor. Bu tempo ile devam edersem sanırım bu süre kısa zamanda bir haftaya inecek. Bir haftanın altına düştüğünde ise otomatik olarak kulaklarımın ve beynimin oto-kontrol mekanizması devreye girecek ve sinir sistemim yeşil koda geçecek. Bir günün altına inildiğinde ise mavi kod durumuna geçileceğini teoride biliyorum. Pratikte bir uygulaması olmadı henüz ve umarım da yaşamam. Ama diyelim ki kişisel "dünyanın en güzel şarkısı"nın değişme süresi bir saatin altına düştü. O an kırmızı kod durumu aktif olacak ve yukarıda yazılı olan ya da olmayan hiçbir şeyden sorumlu olmayacağım. Protokol gereğince pazenadam beni gözetim altına alacak ve büyük ihtimalle dış dünya ile bilinçli tüm ilişkim sona erecek. Biz bu duruma literatürde kayıp cinnet hali diyoruz. Siz isterseniz "delirme" diyebilirsiniz. Zira google'da "kayıp cennet"i ararken ufak bir tapaj hatası yaptıysanız ve bu tapaj hatası sonucu (statscounter kullanıyorum ve buraya nasıl ve nereden geldiğinizin farkındayım beni kandıramazsın sevgili okur) kendinizi burada bulduysanız saat başı dünyanın en güzel şarkısı tanımı değişen bir adamın yazdıklarını umursayacağınızı da sanmıyorum ama gene de tıpkı bir önceki paragrafta geçen, herhangi bir yasal düzenleme nedeniyle değil tamamen vicdani gerekçelerle yazılmış uyarıyı kaale aldığınız gibi yazarın kendi ruh sağlığını korumak için kendince düzenlediği oto-kontrol programınında farkında olmanızı istedim. Bu konuyla dolaylı ve hatta fazlasıyla dolambaçlı ilgili paragrafın sonu da bu sözcüklerle gelmekte nokta
Tam olarak zamanı hatırlamıyorum ama sanırım ilkokulun sonlarıydı dünyanın en güzel şarkısı benim için "Englishman in New York"tu. Gazza ve Kral Arthur efsanesi yüzünden her yerde İngiltere'yi tutuyordum ve o zamanlar en İngiliz şarkı buydu. En İngiliz olması da benim için dünyanın en iyi şarkısı olmasına yetiyordu. Sting'in adını biliyordum. O dünyanın en iyi şarkısını söyleyen şarkıcıydı. Doğru mantık yürütürsek bu da onu dünyanın en iyi şarkıcısı yapıyordu. Aynı zamanlarda Prekazi dünyanın en büyük futbolcusu, Starwars dünyanın en harika filmi, Alf dünyanın en komik ev hayvanı ve Prekazi'de dünyanın en iyi insanıydı. Prekazi'yi iki kere mi saydım? Ne yani Rıdvan Dilmen mi diyecektim? Rıdvan Dilmen gücün karanlık tarafında oynuyordu ben Obi Wan'ı seviyordum.
Bu kadar kamuya açık bir alanda Englishman in New York'tan bahsederek kendimi yeterince aşağılıyorum zaten bir de daha eskiye dönüp Lambada'yı ne size ne de kendime hatırlatmanın daha fazla acıdan başka bir şey getirmeyeceğini biliyorum. Bu yüzden google'da "lambada" "englishman in new york" ve "dünyanın en güzel şarkısı" yazarak harika şeyler bulmak isteyenler ve bu sayede bu siteye düşenler için bir sürprizim var şu karışık nokta nokta resme dikkatlice bakın ve resimdeki piyanoyu bulana kadar gözlerinizi ayırmayın, biz ise google üzerinden harika şeyler bulmayı umanları resimdeki sözde piyanoyu bulma umuduyla başbaşa bırakıp bir başka paragraf başı yapalım nokta
Anadolu Lisesi sınavında Ataköy'de bir okulu kazanacak kadar puan biriktirmiş ve biriktirdiğim tüm bonusları harcayarak ortaokula başlamıştım. Hayatım harika değildi ama bir Amiga 500'üm vardı. Dünyanın en harika şarkısı benim için hala Englishman in New York'tu. 80'ler geçmişti bense 80 kiloya hızla yaklaşıyordum. Eşofman giyiyordum ve yazları çok terliyordum. Harika basketbol oynadığımı düşünüyordum ve Lapseki'de güzel bir meşin topum var diye maçlara dahil ediliyordum. İlkokulda daha popülerdim şimdi ise daha şişman.
24 Eylül 1991’de Seattle denen yağmurlu Kuzey Amerika şehrinden acaip birşey çıktı. Havuzun içinde pipisi gözüken bir bebek iple bağlanmış bir doların peşinden gidiyordu. Dünyanın en harika şarkısı artık Smells like teen spirit'ti. Hem yaz kış bot giyen "grunge" kızlarla da bu şarkı sayesinde iletişim kurabiliyordum. Sting'e göre hala şişmandım ama ergenlik mi ne işte o döneme girdiğimden garson boydan erişkinliğe doğru hızla yol alıyordum. Nirvana çalıyordu ben söylüyordum. Somurtkan ve aksiydim ama olsun Tiffany and Tomato'dan sarı kırmızı oduncu gömlekleri giyiyordum.
Gerçekten amacım 80'ler 90'lar nostaljisi yapmak değil. Zaten 80'ler bittiğinden beri 80'ler nostaljisi, 90'lar bittiğinden beri de 90'lar modasıdır gidiyor. Benim bu tip ucuz numaralara prim vermeyeceğimi biliyor olmalısınız. Kokuşmuş popülizm'in kahrolası ellerine beynimi teslim etmeyeceğime yıllar önce yemin ettim. Ama Bir Ah Canım Ahmet vardı ne oldu ona? Diyerek kendi kendimle çelişirken güldüreyim mi? Güldürürken işetmek mi yoksa düşündürürken somurtmak mı? Ya da bilmiyorum ne kadar gereksiz bir bölüm oldu bu diye düşünenlere verecek cevabım "dünyanın en iyi şarkısına doğru yaptığımız bu destansı yolculukta her şeyin bir şeyi var" olacaktır nokta ve az sonra paragraf başı nokta
1994 yılında Kurt Cobain Courtney Love'a ve dünyanın geri kalanına daha fazla dayanamayarak beynini dağıttı. Benim de Iron Maiden ile tanışıklığım yaklaşık ikinci yılına girdi. Dünyanın en güzel şarkısı bir süredir "Hallowed be thy name"di. Çanlar çalıyor çift gitarla NWBHM'nin kitabı yazılıyordu. Gerçi o kitap çoktan yazılıp bitmişti ama bizimki gibi geri kalmış (çok pardon gelişmekte olan) ülkelere iki dünya kupası gecikmeli geliyordu. Olsundu. Buna da şükürdü. Benim memurum işini bilirdi. Yollar yürümekle aşınmazdı. Urfa'da Okusford vardı da o mu okumamıştı? Yıldırım Akbulut denen bir adam başbakanlık yapmıştı.
Lise ikideydim. Artık inceden başkalaşmıştım. Daha önce gene buralarda bir yerlerde bahsettiğim üzere Bruce Springsteen ile tanışmıştım. Gene buralarda bir yerlerde daha önce de bahsettiğim üzere Kaybedenler kulübü tribiyle sağa sola "çok yalnızım" atıyordum. Bir kaç yaz boyunca üzerinde yecüc mecüc resimleri olan kötü baskılı siyah tshirtler giymekten sırtım sivilce içindeydi. Ergenlik haşin geçiyordu ama sonlara doğru geldiğimi hissediyordum. Dünyanın en iyi şarkısı "The River" Gördüğünüz gibi aslında ilkokuldayken bu payeye sahip olan şarkı lise'de bu sıfata sahip olan şarkıdan daha yeni. Buna tarihin cilvesi ve kronolojinin bir bilim olmaması diyerek bu mantık hatalarını bir kenara koyuyoruz. Nick Hornby'e selam ediyor ve sıralamalarımız kronolojik ya da alfabetik değil tamamen otobiyografik diyoruz nokta
Lise son. Dünyanın en iyi şeyi alkol. Votka insalığın geldiği son nokta. Ha bir de tarih yazıyorum. Şöyle ki aşığım. Dünyanın en güzel şarkısı "where the wild roses grow". Hayır yani kimseyi öldürmek istemiyorum ve o da Kylie'ye benzemiyor tam olarak ama bunun bir cinayet değil de bir aşk şarkısı olduğuna kendimi öyle kaptırmışım ki peygamber vitesinde gidiyorum. Her aşk bir cinayet, her cinayet bir aşktır diye saçmalacağımdan korkmayın sakın. Artık büyüdüm ve bunu büyük kafasıyla yazıyorum o yüzden panik yapmayın çoğunlukla zararsızım ama o günlerde kendimce çok "pis" içiyorum. Çok içki içtiğimi göstermeye çalışıyorum ve çoğunlukla da sıçıyorum. Haydi artık üniversite başla diyorum. Şimdilerde wikipedia üzerinden hayatın anlamını aradığımız gibi o zamanlarda üniversitede herşey harika olacak diyorum. Ama şimdiden yazının geri kalanıyla ilgili bir spoiler vereyim de inceden keyfiniz kaçsın; üniversite de bir bok bulamıyorum. Üstüne üstlük artık "where the wild roses grow"a tahammül dahi edemiyorum. Es kaza orada burada çalarsa kanal/şarkı/otobüs/taksi/ev/bar değiştiriyorum. Yok yok kadını hatırlattığından değil yanlış anlamayın düz kötü bir şarkı olduğundan gülen surat nokta
Üniversiteye üzerimde New Model Army thsirt'üyle başlıyorum ve büyük hayal kırıklığı benden başka kimse NMA dinlemiyor. Hala da çok fazla kişi dinlemiyor ve bu artık sorun değil. Dünyanın en harika şarkısının ne olduğu konusunda eskisi kadar emin değilim. Cem Karaca Tamirci Çırağı diyor ve ben "vuruldum ey halkım" diyorum. Müzikle biraz aramız açılıyor. Sadece Türkiye'yi değil dünyayı kurtarabileceğimizi düşünüyorum. Kişiselden uzaklaşıp daha toplumcu şeyler dinliyorum. High Fidelity sinemada oynuyor ama ben kuşbeyinliliğimden o bir John Cusack filmi diye vizyondayken izlemiyorum yıllar sonra haldır haldır dvd'sini arıyorum. Buraya da kayda değer bir foto bulup koymuyorum. Ne yani Grup Yorum resmi mi koyayım. Google'da borcam aratıp bu siteye gelenler, grup yorum resmi aratıp gelenlerden daha eğlenceli olabilir diye düşünüyorum. Evet farkındayım çok haksızlık ediyorum özür dilerim. Foto koyuyorum kimin umurunda bilmiyorum nokta Hey! ordaki fark ettin mi (okurla konuşma tribi)? Foto bu sefer solda anladın sen onu şşşşş.....
Lisedeyken uykumun kaçıp radyoda ilk Jethro Tull duyduğum zamanı ve ardından dünyanın en güzel ve en uzun şarkısını "Thick as a Brick" ilan edişimi, Raindogs'u nereden nasıl ilk dinlediğimi pazenadam'la "paint it paint it paint it black!!!" diye anırarak Ataköy'de taklalar atmamızı burada sadece adlarını anarak geçiyorum.
Yazmaktan yoruldum. Bunun adı 1 olsun 2'si 3'ü daha sonra gelsin...
Şimdi de sıra son günlerdeki "Dünyanın en güzel şarkısı"na gelsin ama şurası kesin ki yukarıda bahsettiğim şarkılardan hiçbiri kadar özel bir şarkı değil. Bir şekilde tüketeceğim ve geri dönüp baktığımda "hmm iyi şarkıymış kimdi bu?" falan diyeceğim.
Not: Orjinalini de cover'ını da seviyorum. İkisi de dünyanın en güzel şarkısı.
The Stones Roses'un nasıl bir grup olduğunu anlatmaya çalışmak en az Tanrı'nın varlığını ya da yokluğunu ispatlamaya çalışmak kadar beyhude bir çaba. Pop müzik tarihinde sadece iki albümle bu kadar derin iz bırakan başka kaç grup vardır bu apayrı bir anket konusu. Ama bu anketin çok kısa süreceği ve bir noktadan sonra saçma sapan cevaplarla kalitenin düşeceği oldukça açık. Bu yüzden boşverin anketleri, müzik setinizi ve zihninizi saçma sapan şeylerle bulandırmayın. Yol yakınken dönün. Zira dünya üzerinde yapılmış çok fazla kayda değer geri dönüş albümü yok. Bütün bunlara rağmen the second coming hakkında bir takım kendini bilmez şaşkınların yaptığı patetik çirkefliklere yanıt vereceğim yüksek müsadenizle:
Second Coming;
1) Adı üstünde bir ikinci dalga albümüdür. Zaten birinci dalga ile beyni yanan bir kuşağı hayata döndürme operasyonudur. Bu açıdan fonksiyoneldir ve belirli bir amaca hizmet etmektedir.
2) Dünya üzerinde hiç bir pop müzik grubu müzik kariyerinin ikinci albümünü 11 dakika 22 saniyelik bir şarkıyla açmamıştır. Bu basit kelimelerle açıklanabilir. Cesaret ve haklı bir kendine güven. Sizin de grubunuzda Mani basist, John Squire ise gitarist olsa ve tutun ki siz de Ian Brown olsanız "güven" kelimesinin sözlük karşılığı için kendi grubunuzdan başka söyleyebileceğiniz tek özel isim Paul Weller olurdu.
3) Madchester'ın resmi kapanış albümüdür. Rock'n roll'un aslında bir dans müziği olduğunu, kentli kökenlerden geldiğini ve orta sınıf için tehlike demek olduğunun resmi kanıtıdır.
4) "I wanna be adored" dileğinin gerçek olmasının ardından gelen şükran duygusudur.
5) Bas gitar, davul ve gitarın Sandinista'dan bu yana konakladıkları en iyi butik oteldir.
6) Kapanışıyla Dan Brown'un bile bilmediği bir sırrı bize sunar, harika bir ifşaat sofrasına bizi buyur eder ve der ki: İsa zenci bir kadındır.
Bugün aldığım iki lp.'yi söyleyince bu tip bir savunma için bana hak vereceğinizi düşünüyorum. "Darkness on the edge of Town" ve "Home&Abroad". Heyhat! Son 15 sene içinde müzikal açıdan hiç bir gelişme olmamış hayatımda. 2007 yılında hala daha parasını Springsteen ve Weller plaklarına harcayan kaç kişi tanıyorsunuz ki? "Uzay 1999"'un üzerinden tam 8 sene geçmiş ve hala atmosferin dışına çıkamadım.
Memur Bey, bir şey çalmadım bir türlü inandıramıyorum size. Dilerseniz en baştan anlatayım. Her şey Anıl'ların evinde başladı. Ağabeyinin kasetlerini karıştırırken. O arzu nesnesi ile karşılaşmam bir tür milat sayılabilir. Bruce Springsteen and the E-Street Band Live 1975-1985 Hala heyecanlanıyorum kapağına bakınca. 3 kasetlik bir kendini keşfetme öyküsü. O zamana kadar müzik bana çok bir şey ifade etmiyordu. Yani tamam dinliyordum. Ergenliğe, fazla kilolara, kızlara ve satrançta yenilmeye öfkeliydim. Bu yüzden heavy metal dinlior ve testesteron salgılıyordum. Bu yüzden şarkı sözlerini değil cazır cuzur gitarları dinliyordum. Hikayeler önemli değildi. Onlar okunan şeylerdi ve dünyanın en güzel hikayelerini de Boston'lu yaşlı bir adam yazıyordu. Edgar A. Poe. Daha fazlasına ihtiyacım yoktu. Edgar Bey ve Iron Maiden. Ama ne olduysa Patron ve tayfasının 10 sene boyunca verdikleri konserlerden seçmeleri barındıran o kutsal nesneyi dinlediğimde oldu. Benim ağabeyim yoktu. Kardeşim de yoktu. Ölesiye tek çocuktum ve ne halt bulursam bir şekilde tek başıma buluyordum. Springsteen dinlemek için bir ağabey sahibi olmak gerekiyormuş. Çok geç olmadan bunu öğrenmiş ve o bunun farkında olmasa da Anıl'ın ağabeyini ödünç almaya başlamıştım. Ağabeyi de bunun farkında değildi ama kasetleri farkındaydı sanırım. Neyse uzatmanın alemi yok. The river, Badlans, Racing on the streets, Thunder road, Born to run, The promised land. Şimdilerde tuhaf geliyor ama internet olmadığı için şarkı sözlerini bulmak hiç kolay değildi. Bu yüzden kasetleri ileri geri sararak anlayamadığım yerleri öğrenmeye çalışıyordum. Anadolu Lisesi İngilizcem yettiği kadar (Gülçin Şendil isimli bir İngilizce öğretmeni ile buna mucize yaratmak bile denebilir) en azından genel hatlarıyla bu beyaz tshirtlü adamın neler anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Aslında vakit alıyordu ama gördüğünüz üzere 15 senedir bu işe zaman ayırmaya devam ediyorum ve yapacak daha iyi pek az şeyim var. Birden bir şeyler değişmeye başlamıştı. Müzik ve kadınlar değişiyordu. Artık hikayeler dinliyordum. Hepsinde kendimden bir şeyler bulabildiğim söylenemez ama en azından daha kişisel şeylerle ilgilenmeye başlamıştım. Aynı dönemlerde Zülfü Livaneli'nin Merhaba'sını da dinlemiş ve "Vuruldum ey Halkım" demiştim. Ama bu başka bir savunma konusu. Konuyu dağıtmayayım Memur Bey, nerede kalmıştım evet daha kişisel şeyler diyordum. Kesinlikle çok daha kişisel şeylerle ilgilenmeye başlamıştım. Bu kişisel şeylerin başında da Müzik geliyordu. Benim müziğim diyebileceğim şeyler. Asosyal şeyler. Zaten bir imkanım olmasa da kitle ile paylaşmaya niyetimin olmadığı, kendime sakladığım şeyler. Springsteen bunların başlangıcı oldu. Bu başlangıç The Smiths'e kadar sürecekti. The Smiths hakkında şunu söylemek belki biraz iddialı olacak ama sanırım söylemezsem yeterince açık olmadığımı düşüneceğim ve Memur Bey kanundan kaçılmaz değil mi? The Smiths, The Beatles'dan beri dünyanın gençliğinin başına gelen en güzel şey. Elbette B.B ve M.M'de başa gelen bu kadar güzel çekilir şeylerdi ama yine de gençlik deyince nedense aklıma bu ikisi geliyor. Bir kere Morrissey denilen adam herşeye ayar veriyordu. Hem de bunu o kadar şık yapıyordu ki. İngilizdi. Hatta fazlasıyla İngilizdi ve bu o zamanlar bu benim için şimdi olduğundan çok daha fetiş bir durumdu. Düşününce bir gencin bir milleti bu kadar ikonik bir hale getirmesi çok saçma ve tehlikeli geliyor bu yüzden "This is England" beni çok çok etkiledi ve artık İngilizlerin kabullenemedikleri İngilizleri seviyorum. Yine de Maradona o meşhur Tanrı'nın elini başka bir ülkeye göstermiş olsaydı onu daha çok severdim diyebilirim. Neyse insan her zaman akıllı uslu cümleler kuramıyor. Bu kısmı dilerseniz kayıtlardan çıkabiliriz Memur Bey. Efendim? Kalsın mı? Tamam siz nasıl isterseniz sayın kanun koruyucu. Size Chuck Norris diyebilir miyim? Tamam. Pekala kızmayın devam ediyorum.
The Smiths diyorduk. Tamam Bruce süper bir insandı. Harika şarkılar söylüyordu ve romantizmi çamurdan değildi. Basit ve her haliyle kabul edilebilirdi. Üzerinizden akmıyordu. Ama nasıl diyeyim. Biraz fazla maskülendi. Efendim? Erkeksiydi memur bey. Yok hayır ben eşcinsel değilim ama ne biliyim sanki taşaktan daha önemli organlar var gibime geliyor. Yok yok kalp ve beyin demiyeceğim. Ne bileyim akciğerde önemli bir organ. En güzel organ organdır desem çok mu kötü bir kelime oyunu yapmış olurum dersiniz? Bari bunu kayıtlardan çıkarsaydık. Bakın görüyorsunuz The Smiths'in adını anmak, cümle içinde kullanmak ve bunun yanına Steven Patrick'ten bahsetmek bile insanın kafasının farklı oyunlar oynamak istemesine yetiyor. Biliyorum Springsteen ve gizli maçoluk bahsini kapatmaya çalışıyorum. İtiraf etmeliyim ki oldukça dikkatlisiniz memur bey. Moz, Keats'le Yeats'i sen al Wilde bana yeter diyordu. Tanrı biliyor ki sefilim diyordu çekinmeden. Bu konuda dinleyiciyi ikna etmek için o kadar güzel kelimeler seçiyordu ki kendi sefaletinizle gurur duymaya başlıyordunuz. Çok sıcak yazlar geçiyordu hayatımda. Gerçekten çok az arkadaşım vardı (hala daha öyle ama sarkazm bana fazlasıyla yetiyor, Morrissey sağ olsun) ve bu kıçından orkideler sarkan zayıf İngiliz bana bunda yanlış bir şey olmadığını anlatıyordu. Belki de anlatmıyordu ama ben müziğinden bunu anlıyordum. Belki yıllar boyunca herşeyi yanlış anladığımı söylebilirsiniz ama buna "o kadar salak mısın?"dan daha ince bir ayar cümlesi bularak bile cevap verebilirim. Polemiğe girmek istemiyorum ama girersem ağlarsın. Neyse anlatacak o kadar çok şey var ki daha bugün aldığım ikinci plaktan bile bahsedemedim. Yoruldum Memur Bey. Bir sigara molası versek. Bu arada gerçekten donut yiyor musunuz?
Sid and Nacy'i örovizyon gecesinde izledim. Uygar dünya adına yüksek müsadelerinizle, "Örovizyonda görmek istedikleriniz anketi"ne Sid Vicious cevabını vermek istiyorum.
İnsanın yaptığı işten zevk alması koskoca bir palavra. Palavra kelimesi çok palavra tınlasa da durumu bu Rıfat Ilgaz sözcükten daha iyi tasvir edecek bir başka kelime bulamadım. Bundan yıllar önce The Clash derler daşak abidesi grubun ("guru"p mu?) dediği gibi aslında olayın özeti şudur:
"Career opportunities are the ones that never knock Every job they offer you is to keep out the dock Career opportunities, the ones that never knock"
Şuna inanıyorum ve aforizmalarım patlayana dek haykırıyorum ki "İnsan keyif aldığı işten para kazanamaz." İşte bu yüzden yapmaktan keyif aldığımız işleri "hobby" jöle kıvamında anketlere yazarken bile keyif alıyor ama pazartesi'den pazartesi'ye yastığımızdan çok iş arkadaşlarımızı görüyoruz. İş arkadaşı da bir başka koca palavra olarak an itibariyle koca yalanlar sıralamasıa +1 olarak girmektedir. Kendi tercihimiz olmamasına karşın zaten çekilmez olan iş yaşantımıza salt sosyalleşme sosu ihtiyacımızdan giren (bkz: Robinson Cruose) (bkz: Cuma) (bkz: Friday on my mind) bu insancıklar (istisnalar ne kaideyi ne de el-kaide'yi yerinden oynatamaz o yüzden küçük aklınızla bana sevdiğiniz iş arkadaşlarının hiç de umurumda olmayan isimlerini sıralamayınız lütfen. lütfen dedim polemiğe girmiyorum görüyorsunuz bundan cesaret alıp hala isim düşünenler varsa uzatmasın polemiğe girersem acının ta kendisini tadarsınız bu yüzden hala daha iş arkadaşlarını düşünen varsa lütfen http://www.hurriyet.com.tr 'de günün mühim haberlerini okumak için aramızdan ayrılsın ve bizi iş yaşamına olan nefretimizle başbaşa bıraksın yok direnicem "hem sen benim ne düşündüğümü nereden biliyorsun? eki eki" diyen cingözlerdenseniz yarın saat sabah 09:15 civarı içi buz dolu bir küvette bir böbreğiniz olmadan gözlerinizi açacak olmanın verdiği korku hissini şimdiden içinizden atmaya çalışsın zira tuvalet aynısının üzerinde böbreğinizin bir kısmıyla yazılmış "kayıpcinnet seni uyarmıştı" yazısını okuduğunuzda az önce yazdıklarımın basit bir tehdit ya da şöyle diyelim "uyarı" olmadığını anlayacak ve korkudan kalan tek böbreğini de sıçacaksınız. Bunları yapabilirim ve yaparım da. Şimdi şayet aramızda başka aklı evvel kalmadıysa devam ediyorum ve birazdan göreceğiniz üzere bu bir kaç cinfirkirli için açılmış ve haddinde fazla zamanımı(zı) alan paragrafı kapatıyorum) sizin arkadaşınız değildir. Arkadaşlar tercih ettiğimiz kimselerdir ve iş arkadaşlarımızın sevimli ya da sevimsiz komşulardan farkı yoktur. Zira nasıl oturduğumuz evler daha sonra komşu diyeceğimiz insanların üzerine yapılmış binalarsa Komşudan da ofisdaş'dan da arkadaş olmaz. Yapay bir ofis bitkisi bile daha arkadaştır. Bunu daha fazla yineleyemeceğim daha önce parantez içinde yazdıklarımla uyardıklarımın şu anda hürriyet gazetesini okuduğuna inanıyor ve iç huzuruyla bir paragraf başı yapıyorum.
Kariyer dediğimiz şey aslında betondan bir bariyerdir. Bu cümleyi fazla iddialı mı buldunuz o zaman sizi 8 senelik zorunlu eğitime geri yolluyorum. Sözde sıra arkadaşlarınızla elvan gazozu şişesinden soyulmuş yumurta geçirmeye çalışın ve bunun bilim olduğuna inanın, inanmayan varsa pamuk içinde taze fasulye yetiştirme deneyi yapabilir. O korkunç kokudan daha acı bir ceza olamaz.
Üniversite dediğimiz şeyi matah mı sanıyorsunuz. O da koca bir yalan. Hele benim gibi işletme falan okuduysanız daha büyük bir yalan. 4 senede öğrendiğiniz her şeyi unutun ve kendinizi ne kadar mutlu hissedeceksiniz. Aslında unutacağınız bir şey de yok. Kafanız çöp tenekesinden farksız. Burada o meşhur "Oracle" Larry Ellison forward mailinden bahsetmiyorum. Şayet bu sayfayı okuyan bir "iktisadi idari bilimler fakültesi" öğrencisi varsa hemen o bölümü bıraksın. Eksikliği hissedilmeyecektir. Üstelik o da bıraktığı bölümün bir eksikliğini hissetmeyecektir ki aslında önemli olan da bu. En önemli olan şey sizsiniz. Çalışacağınız firma değil. Emre Yılmaz mıyım? Hayır hiç de değil. Üst düzey yöneticilik yapıp malı vurduktan sonra antropoza girmiş ve business anarchist olmuş bir uzay maymunu falan hiç değilim. Siz ne diyorsunuz kredi kartı ekstrelerimi korkarak açıyor ve hayatta kalmak için borçla yaşıyorum. Çalışıyorum ve aslında "contemporary business" final sorularındaki kafası karışık beyaz yakalı gibi labirentte peynir arıyorum. Velhasıl labirentin sonunda peynir olmayacağını bilecek kadar "iş deneyimim var" ama placebo grubunda mıyım acaba diye de merak ediyorum ve sırf bu motivle devam ediyorum. Siz tabi buna inanmayacaksınız ve sanırım motivlerim konusunda bana güvenmemekle haklısınız. Devam etmemin bir başka nedeni de bu labirent örneğini çok sıkıcı bulmam. Bu yüzden bir başka paragrafı daha sonlandırıyorum. Yeni paragrafta neler yazıyor diye merak edenlere önceden hayırlı bir örnek veriyorum ki "sistemin dişlileri" klişesi bugünkü mönümüzde yok. Ama yine de a la carte ile alaturca arasında bir yerlerde dolanıyor olacağız.
Eminim ki bu paragrafı kimse okumayacak o yüzden kısa kesiyorum.
Evet bu paragraftan selefine oranla daha ümitliyim o yüzden bu hiç de adetim olmayacak kadar uzun yazıya devam ediyorum. Okulda öğrendiklerinizi unutarak başladığınız iş yaşamınız size hiç bir şey vaat etmiyor. Şayet 7 ölümcül günahtan daha tehlikeli olan "hırs" siz de varsa o zaman bir şansınız olabilir. Ama kendinizi şanslı hissediyorsanız o zaman "şans"tan ne anladığınızı bir daha düşünün. Büyük ihtimalle siz poker değil "okey" oyuncususunuz ve sizin "kısmetim açık" dediğiniz anda ben çoktan "log off" olacağım.
Call center'da çalışıyorsun. Sözde etkileyici bir sesin var (muhtemelen Tom Waits senin için bir şey ifade etmiyor) ve öğrencisin değil mi? Ne mutlu ki harçlığını çıkarıyorsun ha! Bana bakar mısın? Tamam bakamıyorsun ama beni Pai Mei varsay ve iyi dinle. Çal (hırsızlık yap) ama asla ama asla öğrenciliğinde iletişim merkezinde kulağında o komik kulaklıkla tanımadığın insanların saçmasapan talep ve şikayetlerini dinleme. Asgari ücret için değmez. O sidikli klişe örnekten hareketle pazarda limon sat (serbest pazar oh yeah!)
Stajyerlik ha? Başın göğe erecek değil mi? Bir işe yaramamayı iş tecrübesi mi zannediyorsun? Derdin cv doldurmak mı? Senin cv'in kimin umurunda? (Kabul bir an kendimi Tyler Durden sandım ama o bu paragraftan önceydi kaçırdın ve hiç de zeki değilsin adamım) Kariyer basamaklarını 3. sınıfta yapacağın stajla mı çıkacağını sanıyorsun? Kariyeri bir merdiven mi sanıyorsunda o ancak anonim olabilecek kadar zavallı (kesinlikle eminim ki kimse bu sözcüğün patentini üstüne almak istemiyor) merdiven benzetmesini yapıyorsun? Kendini heyecanlı falan mı hissediyorsun? Haydi canım fotokopi makinesi ve bol kısıtlamalı şirket bilgisayarından internet sitelerinde sözde "benchmark" dosyaları hazırlamak ya da ucuz, arkası mavi, önü şefaf (arka ve ön nereden baktığına göre değişen kavramlar değil midir ki?) plastik dosyalara kimsenin bir daha dönüp bakmayacağı toplantı notları mı zımbalamak istiyorsun? Harikasın ya! Forbes'a kapak olan parlak genç seni.
Bana baksana. Tamam bakman mümkün değil de hatırlatmama gerek yok herhalde beni Pai Mei olarak düşünecektin. Ok? Bu resimdekilerden birinin senin elin olacağını falan mı düşünüyorsun. Hesap makinesi ve kahve. Bunun toplantı olduğunuı falan mı sanıyorsun. Sanırım Oliver Stone'un Wall Street filminde kaldın sen. Yani yaşında el vermez büyük ihtimalle o filme ama ne biliyim sanki öyle gibi. Yok böyle bir dünya. Sen Michael Douglas'ın gençliği falan değilsin. Ben de Kirk Douglas değilim. Anlaştık mı? Düşünme böyle şeyler. Masa başında çalışarak zengin olamazsın. Hesap yap şimdi. 1.250 YTL net maaşla işe başladın. Her senede %20 oranında zam aldın. 10 sene sonra neredesin. Başladığın yerde. Unutma bak her sene %10 enflasyonla da ruhunu arındıracaksın. Haydi yemek ve servis benden sana hediye. Yüzyıla sesini veren dörtlüden dinliyoruz "with love from me to you!"