Lise son sınıftayken, en iyi arkadaşım
pazenadam ve ben, her şeyin yapılıp bittiği, hayatın ne kadar anlamsız olduğu üzerine ölümcül (hatta ölümden beter yazgılar) tartışmalar yaparak zaman geçirirdik. Dünya önümüzde, olasılık seçenekleri olarak değil, daha çok ağaçta böceklerin kazdığı çentiklere benzeyen son derece yıpranmış geçitleriyle bir labirent gibi uzanıyordu (brech brech brecht cümleye bak sevgili okur şayet oradaysan ve yapacak daha iyi bir işin yoksa devam et emin ol ki sonraki cümleler buna benzemeyecek) Düz ya da dar kariyer ve materyalizm koridorundan çıktığında başka bir koridora girersin; ana koridordan çıkan insanlar için bir koridor (hatta bunlardan bazıları anne babalarımız tarafından yapılmıştır). Yolculuğa mı çıkmak istiyorsunuz? Günümüzde yaşayan Kerouac mı olmak istiyorsunuz? Haydi Avrupa'ya ya da uzak doğu veya ikamesi mistik bir yerlere gidelim koridoruna atlayın. Inter rail koridoru da olur bu. Kendine dönemsel avarelik kartı al ve sıraya geç. Peki ya bir asi? Yenilikçi bir sanatçı? Avangart? Tozlu ve güve yeniği dolu ve canı çıkıncaya kadar kullanılmış koridoru sahaflardan alın. Durduğumuzu hayal ettiğimiz her yer ayaklarımızın altında klişeye dönüştü; jeep reklamları ve komedi skeçleri malzemeleri oldu. Sanki, bir sene sonra denediğimiz siyasi giyimli entelektüel de dahil olmak üzere tüm olası tiplemeler sıra üniversitenin ortalarına gelene kadar eskimiş gibiydi. Geçmişin düşünceleri ve tarzlarının yarattığı kalabalıkta, hiçbir yerde açık alan kalmamış gibi hissediyorduk.
Elbette, tarihin sona erişinin tam da sizin dünyaya gelmenize rast geldiğine inanmak, gençlik narsisizmin tipik bir belirtisidir. Birileri yeniyetmelik mi dedi? Burdayım öğretmenim. Onlu yaşlarını tüketmiş, öfkeyle hareket eden, en sevdiği yazarlar o dönemde soldan sola omuz omuza Camus, Wilde, Borges, Infante, Burroughs, Cortazar ve William Blake olan her sinirli genç eninde sonunda kendi yürüyeceği koridoru bulur. Yine de, lise yıllarında yaşadığım küresel klostrofobinin bir kısmı aradan on küsür sene geçmesine karşın beni hiç terk etmedi, aksine zaman geçtikçe bazı yönlerden yoğunlaşıyor gibi görünüyor. Aklıma takılan tam olarak kelimenin gerçek anlamıyla (şair burada literally demek istiyor sanırım) yer olmamasından çok (no room to walk abiler, take a walk on the wilde side mr(s). ece lou wilde salome reed ayhan), mecazi bir alana olan özlem: serbest kalmak (Sir William Wallce'dan dinliyoruz; Freeee dome altında olmaya cihan imparatorluğu bir enfes sıhhat gibi), kaçmak, bir çeşit açık uçlu özgürlük.
Alex Garland'in daha sonra Bay Trainspotting tarafından filme de aktarılan the beach romanında olduğu gibi ( Ah Romeo vah Titanic) "
bkz: the beach" dünyadan bıkmış oeeeh gençler gibi Uzak Asya'ya gidip, kendi özel ütopyanızı başlatmak için Lonely Planet'in henüz keşfetmediği ve
Kadir'in ağaç evler dikmediği bir yer küre köşesi arayabilirsiniz. Bir New Age mezhebine üye olup uzaylılar tarafından kaçırılmayı hayal edebilirsiniz. Alplerin yamacından bir İsviçre köyüne snowboard'la kayabilir, bir penguen kadar özgür, extreme sports kanalına jenerik olabilirsiniz. Mistik olandan çılgın festivallere, isyana, aşırı sporlara kadar; görünüşe göre içsel kaçma güdüsü hiçbir zaman bu derece uç noktalarda ve bol seçenekli pazarlanma zevki yaşamamıştır.
Ancak, uzay gezilerinin eksikliğinde ve yerçekimi kanunları altında, çoğumuz açık alanı, elde edebileceğimiz yerlerde, hantal duvarların dışında, ofiste sigara içer gibi (ya da lise tuvaletinde) gizlice alıyoruz. Caddeler reklam panolarıyla ve pazarlama zincirleri tabelalarıyla çevrili de olsa, çocuklar hala bir çift kale kurup , arabaların lastikleri arasında futbol oynamayı beceriyorlar. Terk edilmiş fabrikalar sokak çocukları tarafından barınağa ya da iş merkezlerinin rampalı girişleri pazar akşamüzerileri kaykay alanlarına dönüştürülüyor.
Ancak ticarileşme ve pazarlama toplum hayatının her bir çatlağına sızdıkça, bu özgürlük anları ve sponsor olunmamış alanların arka sokakları bile elimizden kayıp gidiyor. Bağımsız kaykaycıların hepsinin Vans ayakkabı sözleşmesi var. Ya da mahalle arası maçların şeytan rıdvanlarına, Nike kendi halı saha organizasyonlarında oynamaları için bedava
Cristiano Ronaldo nike pro'larla kafalamaya çalışıyor. Aslına bakarsanız bu düzende alan memnun satan memnun gibi gözükse de kaçınılmaz olarak sokak sokaklıktan çıkıp bir açık hava alışveriş merkezine dönüyor. Gerçi isyan ve fakirlik evrensel insani değerlerimizden yani o "devrim"in 150 senedir gelmediği açık. Bu gidişle gelmeyeceği de. Yani kahraman işçi sınıfı , üretim araçlarına sahip olanları devirip, onların üretim araçlarını eşit şekilde "halk"la ( ne demekse) paylaşmayacak. Yüksek ihtimalle çarçur edecektir pavyonda. Ama şu var ki sokaklar elden gitse de başka mecralar sokağın yerini alacak. Şimdi bana da bilim kurgu gibi geliyor ama dayanamıyorum şunu söyleyeceğim "Bir yüz yıl önce aya gitmek de bilim kurguydu". Nasıl ama ? İnandınız değil mi bana? Yani özetle demek istediğim birkaç gün süren açık hava festivallerinde yirmi milyona satılan hatıra prezervatiflerinden yakınıyoruz ama sonuçta aids olmaya da niyetimiz yok değil mi? İstenmeyen gebelikler mi hey bir dakika birileri "özgür aşk"tan bahsetmiyor muydu? Evet Cartman sendeyiz:
KILL ALL HIPPIES! Biraz fazla saldırganım son bir kaç paragraftır değil mi? Sanırım evet. Ama lütfen Coca Cola'nın ülkenin en geniş katılımlı açık hava festivalini düzenlediği bir ülke de Rock'n Roll diye bağırmak için biraz sinire ihtiyacımız var değil mi? Sinir, Sinir , Sinir.. İşte Bütün ihtiyacımız olan . Excuse me Sir. Lennon...
Gençlik pazarının beslenmesi çılgınlığında, bütün kültürler ilk önce zihinde çılgınlık düşüncesinin yaratılması ile başlar. "Sonuçta grunge, hip hop hatta punk'ın servete dönüştürülmek üzere kullanılmasa nasıl bir sosyal ve kültürel hareket olacağı konusunda hiçbir fikrimiz yok" Özür dilerim Sayın
Halil Turhanlı. Sizin kitaplarınızdaki tüm kötü çocukların banka hesapları benimkinden kat be kat kabarık.
Neyse bu yazı bitmez. Naomi Klein'e sevgi ve saygılarımla...