4/29/2007

Taç Giyen Baş Akıllanır mı maraba?

Bundan 84 sene evvel bu topraklarda üst yapının alt yapıyı değiştirdiği bir devrim yaşandı. Geçen onlarca yıl boyunca alt yapının bir kısmı modernize edilirken bir kısmı eski alışkanlıklarına sıkı sıkıya bağlı kaldı. Şehirli elitlerden modern bir ülke yaratma hayali geçen süre zarfında günün değişen gerekleri ve küresel yükselen trendler karşısında güçleneceğine devrik taşra güçlendi. Taşra burjuvazisi Avrupa'da bundan 200 - 300 sene önce kazandığı başarıya rağmen coğrafyanın bu bölgesinde yeni yeni bir güç odağı haline geldi. Dünya üzerindeki siyasi hareketleri biraz geç takip ettiğimiz, kendi yansımalarımızı, bölgesel sentezlerimizi yarat(a)madan birebir kopya modelini uyguladığımız (aslına bakarsınız oldukça düşük maliyetli bir yöntem) tarihle ortada.

Kötü bir sistemle yönetiliyoruz. Hep kötü ve sözde demokratik yöntemlerle yönetildik. Son seçimlerle tartışılan gördüğümüz %34'ün mecliste %70'e varan bir oranda temsil edildiğiydi ama gözden kaçan %40 civarında bir oyun hiçbir şekilde temsil edilmediğiydi. Rejimi korumak adına altında uygulanan barajların aslında siyasi sistemin işlerliğini nasıl da zedelediği ortaya çıktı ama hala daha bu konu kamu oyunda tartışılmıyor bile. Halkın iradesinin bundan sonra da rejim paranoyası adına bir yere kadar temsil edileceği de maalesef ortada.

Türk Silahlı Kuvvetleri yıllarca ülkenin en güvendiği kurum oldu. Zorunlu askerlik ve kurumun sayısal açıdan diğer pek çok diğer anayasal devlet kurumuna göre çok daha fazla personel istihdam etmesi (neredeyse her hane halkının bir asker ya da ordu mensubu yakını olması), ordunun devletin ilk kurucusu olması ve devlet geleneği ile yaşanan askeri darbelerin "vatan"ın bekası için yapıldığı söylemi (kardeş kardeşi vuruyor, oluk oluk kan akıyor, üniversiteler kaynıyor, rejim tehlikesi vs.) gibi nedenlerle aslında devletin sadece dış düşmanlara değil muhalif iç güçlere karşı da güvenlik mekanizması genel halk yığınları tarafından da ordu olarak kabul edildi. Bunlar zaten bildiğimiz şeyler. Bir gün evvel oğlu öldürülen annelerin, çocukları için ağlarken bir yandan da "feda olsun!!!" ifadesiyle sanki bir nevi kişisel bağış ya da kurban feryatları zaten alıştığımız, şaşırmadığımız tersine kanıksadığımız gerçekler. Kendi canının ötesinde çocuğunun canını bile feda ettiği bir oluşumla karşı karşıyayız. Bunların nedenlerini sorgulayacak, destekleyecek ya da karşı çıkacak değilim. Sadece var olan durumu kendi gördüğüm şekilde aktarmak istiyorum zaten bu blog derler hadise insanın kendine yakışanı giymesi ve mental mastürbasyon yapması değil midir?


Olan biteni büyük bir poker oyunu ya da heyecanlı bir maç gibi izliyorum. Alt yapının desteğini alan (%34 ciddi bir destek) bir grup ile üst yapının müsabakası. Bir taraf cemaat'tan cemiyete geçerken bir tarafta varlığının tehlikede olduğunu hissediyor. Şu ana kadar hiçbir zaman bu kadar önemsiz ve ikinci planda kalmamıştı 1. cumhuriyet. Ulus devlet modeli tarihin hiçbir zamanında bu kadar önemsiz hissetmemişti kendini. Varlığını devam ettirmek için hiç yapmadığı şeyleri yapmak zorunda. Her yolu deniyor. Kendi açısından denemekte de haklı. Karşı taraf ise tuhaf bir şekilde "ben artık oldum" havasında. Sanki biraz erken maskesini düşürmüş gibi. 6 senedir iktidarını sağlamlaştırmak ve kabul ettirmek için Abdülkadir Dilipak uzlaşısı modeliyle "gelişerek değiştim" oyunundan vaz geçiyor. Büyük bir stratejik hata. İşte bu nedenle de kaybetmeye mahkum. Taç giyen baş bu sefer akıllanmıyor ve 84 senelik müsabakanın rövanşını çok kısa sürede kaybedecek.

Rövanş kaybedildikten sonra neler olacağı ise tam bir muamma. Bir 84 sene daha ya da şöyle diyelim (2003-1960= 43) yaklaşık bir 45 sene daha re-organize olamaz. O kadar vakit yok. Hatta üzerinde yaşadığımız dünyanın bile o kadarlık vakti olmayabilir.

Az önce televizyonda 4 milyon kişinin Çağlayan'da olduğu söylendi. Bu konuda bir statscounter olduğunu sanmıyorum ama tv'den gördüğüm kadarı ile ciddi bir kalabalık olduğu ortada. Bu kalabalığın ne kadar politize olduğunu ise zaman gösterecek. Bir başka bilinmez ise bu. Kötü yönetildiğini düşündüğü için mi yoksa ortada bir büyük "tehlike" olduğu için mi bu kitle orada? Sorulması gereken bir sürü soru var. Bu kalabalık evlerine döndüğünde "ünlüler sirki"ne cep telefonlarından sms atacak mı da bu sorulardan sadece biri. Postmodern zamanlarda artık muhtıralar bile online verilirken insanların tam zamanlı politik bir hayat yaşamalarını beklemek fazlasıyla saflık ama bütün bu yaşananların gelip geçici olmamasını diliyor insanlar. Hayatı boyunca hiç bir kitlesel hareketin içinde bulunmamış ev kadınları, tezahüratla slogan arasındaki farkın pek de ayırdında olmayan bu kitle acaba biraz daha politize olabilir mi ya da zaten oldu mu? Bu saydıklarım aklımdan geçen ve merak ettiğim sorulardan bir kaçı.

Bütün bunları zaman gösterecek. Ama Hrant Dink'in katledilmesinden sonra harekete geçen yığınların önce Ankara ardından İstanbul'da toplanması (gerçi bu iki kitle birbiriyle örtüşüyor mu emin değilim, Çağlayan ve Ankara'da "hepimiz Ermeniyiz" sloganı atılabilir mi?) insana benim kuşağımın alışık olmadığı şeyler hissettiriyor.

İnsanların kişisel hak ve özgürlükleri konusunda daha duyarlı hale gelip gelmediklerini yaşayıp göreceğiz. Uzlaşı ile münakaşanın yeri ve zamanı çok önemli. Tampon, maşa, baraj, sınır vs. bunlar hep hayatımızın içinde olacak gibi ama ne boyutta? Bu soruların cevaplarını tarih ve zaman kardeşler verecek.

Hiç yorum yok: